Hasbî mi? Hesâbî mi?

Hasbî mi? Hesâbî mi?

Bizim dostluk ilişkilerimiz genelde hesabi iken yani; ‘hesabımıza uyarsa dostuz, yok hesaplarımızla çakışırsa dostluğumuz buraya kadar’ düşüncesi etrafında cereyan ederken, öyle sağlam dostluklara rastlıyoruz ki bazen, onların hesapsız olması yani hesabi değil hasbi olması bizleri hayran ediyor...

Hep menfaatlerimiz doğrultusunda kabul ettiğimiz dostlarımız, bizi yalnız kalmaya mahkum ederken; yalnızlığa diyorum çünkü, bakıyoruz kişinin mevkii makamı iyi, şöhretli ise hemen dost olmaya kalkıyoruz, çevresi genişse yine aynı şekilde: ‘sen benim kadim dostumsun’ diyoruz. Ama onları kaybetmeye görelim, ya da dostum dediklerimiz kaybetmeye görsünler onlardan buz gibi soğuyoruz. O yüzden dostluk nedir bilmeyen, yapayalnız insanlar olup çıkıyoruz. Arıyoruz artık: ‘Ne olur! Beni maaşım için, mevkim için, çevrem için değil de sırf ben olduğum için, Allah rızası için seven insanlar olsa… Onlarla hem bu dünyada hem de ahirette arkadaş olsam’ diyerek… ‘Kişi sevdiği ile beraberdir’ hadisine binaen sadece bu dünyada değil ahirette de onunla beraber olsam diye hasretle bekliyoruz… Esasında pek de güzel biliyoruz, ahiretteki dostlarımız, bu dünyadan götürdüklerimiz…

Niyetlerimiz halis olmadığı için belki de, belki de hazır olmadığımız için, layık olmadığımız için belki de, Cenab-ı Hak, bizi dünya ve ahiret dostu olacak kimselerle karşılaştırmıyor, ya da karşılaşıyoruz ama kıymetini bilmiyoruz, onlar da elimizden su misali akıp gidiyorlar. Giden geri gelir mi kim bilir?

‘Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır birbirlerine iyiliği emreder kötülükten nehyederler’ buyuruyor, Cenab-ı Hak… Ama dostluğun ne olduğunu sorsalar ne deriz, o da meçhul…

Hasbilik, hesabilik bu aralar benim en çok kafamı taktığım konu. Büyük şehirlere dair kim ne derse desin, büyük şehirler insanları paranoyak, şüpheci, güvensiz; ilişkiler de, yalın, tatsız tuzsuz yapıyor. İnsanı ‘önce can sonra canan’ kıvamında öğütüyor. Hal de böyle olunca canan ortada kalmıyor. Herkes hodgam oluyor, kimse diğergam olmuyor. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın oluyor. Böyle bir ortamda kişi kendi haline göre insanları düşündüğü için, ya da herkesi kendisi gibi bildiği için, başkalarının da, kendisinin onlara güvenemediği gibi kendisine güvenmediklerini iyi biliyor. Samimiyetsiz, riyakar ilişkiler almış başını gidiyor. Neden dost sohbeti zannettiğimiz bir sohbet bizi doyurmuyor. Gözlerin göremediğini gönüller, ruhlar hissedebiliyor da ondan… O yüzden Allah dostları ile sohbetler de, sabahlar geçse, akşamlar olsa, zaman geçmiş mi, hissedilmiyor bile. ‘Cennette müminler yüksek sedirlerde birbirleri ile sohbet ederler’ buyruluyor ya ayet-i kerimede… İnsan düşünmeden edemiyor; hiç sıkılmazlar mı acaba diye? Sıkılmazlar hem de hiç. Kişi sevdiği ile vakit geçirse ve sorsalar: ‘ne kadardır konuşursunuz?’ Cevap: ‘Daha yeni başladık.’ Olur. Geçen zaman fark bile edilmez.

Çok sevdiğim birisi ile yapmış olduğum dost sohbetinde şöyle söylemişti: ‘Üç şey insanın hem ruhunu, gönlünü hem de beynini doyurur besler. Birincisi, nitelikli sohbet, ikincisi nitelikli bir kitap okumak, üçüncüsü de nitelikli yerlere yapılan seyahat’ Mevlana’nın ruhunu doyuran nitelikli sohbetti. Hatta öyle sohbet ki dilsiz, dudaksız, hal dili ile yapılan sohbet. Kişi sevdiği ile yan yana dursa isterse hiç konuşmasın, saatlerce konuşmuş gibidir, bunu kim bilmez? Hiç konuşmadan yan yana dursalar sadece birbirlerini hissetseler bile öyle çok şey konuşurlar ki, mekandan ayrıldıklarında esasında birbirlerine çok şey katmışlardır, varlıkları ile sadece…

Dostum hesabi ise bana hiçbir şey katamaz. Öğrencilerim sorarlar: ‘Ruhlar aleminde bedenlerimiz yok, konuşmaya, işitmeye dair hiçbir donanımımız yok, biz nasıl işitir, konuşuruz orada diye.’ Hislerimizle. En samimi, en yalın hislerimizle… Bizler kap katı bir madde değiliz, enerji yoğunluğuyuz. Lisana ihtiyacımız yok. Günümüz toplumu, öyle inanıyorum ki hiçbir zamanda konuşmadığından, daha çok konuşuyor. İyi de ne diye birbirimizde tesir bırakamıyoruz? Sesse, gerçek iletişimin sebebi; al sana ses, ne diye tesir yok. El cevap: çünkü samimiyet yok, hal de güzellik yok. Hali güzel olan konuşmadan da istediğini anlatır. Gönlün dili nedir, bilen var mı? Çok konuşuyor, en güzel cümleleri kuruyoruz ama zerre tesir yok. Çünkü o kadar çok hesabiyiz ki, hasbi değil… Öyle de olunca tesir sıfır… İstersen ağzınla kuş tut. Derler ya gönülden gelmeyen söz, bir kulaktan girer diğerinden çıkar, gönülden gelen söz bir kulaktan girer kalpte yer eder. Hal yoksa lisan neylesin?

Çok sevdiğim arkadaşlarımdan birisi: ‘Bana gerçek dost kimdir? Diye sorarsanız, ben derim ki: sevinçlerimi paylaşandır. Çünkü kötü duruma düştüğüm zaman herkes acımı paylaşıyor; ne için paylaştığı da şüphe götürür; ibret için mi? Bak ne hallere düştün demek için mi? Seyir için mi? Bunların hepsi mümkün… Paylaşan mutlaka benden daha iyi durumda olduğu için bir gövde gösterisi de söz konusu… Fakat gerçekten büyük bir başarı kazanmışsam, bu sevincimi paylaşanım pek yok gibidir. Paylaşan da yarım ağız paylaşır. Kişiler senin onlardan daha iyi durumda olmanı hazmedemezler.’ Dinleyince insanın inanası gelmiyor, kabule gönül razı olmuyor, ama düşününce doğru, hem de gerçekten doğru diyoruz. Hesabiyiz, hasbi değil.

Bu derece hesabiliğin içinde hasbi dostu olan gelsin beri… Benim isteğimi kendi isteğine tercih edecek dostum var diyen gelsin beri… Tebrik edelim mübarekleri…

"vaizemder"


Yazarın diğer yazıları...
"Sessiz nehir"
"Hasbî mi? Hesâbî mi?"
"Ey Fransuva!"







 
bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
49217 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol