Hoşsâda-40

 

         HOŞSÂDA
25 Ağustos 2006 Cuma
1 Şaban 1427 sayı: 40
 
Sözün Özü
 
Allah Teala buyuruyor:
De ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler size Allah'tan, Peygamberi’nden ve Allah yolunda cihattan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.” (Tevbe 24)
 
Allah Rasulü (sas) buyuruyor:
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu zalimlerin eline teslim etmez. Zulme razı olmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah (cc) onun ihtiyacını karşılar. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah (cc) kıyamet gününde sıkıntılarından birini ondan giderir. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah (cc) kıyamet günü onun ayıbını örter.” (Ebu Davud, Tirmizi)
 
Asr-ı Saadet
 
                        “SELAMIMI ULAŞTIR!”
 
Sahabe’den Hubeyb (ra), zamanın zalimlerince asılarak şehit edileceği anda, karşısında ona nefretle bakan müşrik simaları görünce o andaki duygu ve arzusunu şöyle dile getirdi: “Allah’ım! Düşman yüzünden başka yüz göremiyorum. Rabbim! Rasûlü’ne selam gönderecek kimse de bulamıyorum. Selamımı sen ulaştır!
Ve şöyle dua ediyordu: “Allah’ım!Bunları birer birer helak et. Her birini diğerinden kopmuş olarak öldür. Hiçbirini bırakma!” Kureyşliler onu öldürmek için darbeleri indirmeye başlayınca Hubeyb’ten şu mısralar duyuluyordu:              
“Müslüman olarak öldükten sonra, Baş koyunca, bütünüyle Allah yoluna.
Aldırmıyorum, hangi günde, hangi yanda, Nasıl düşerse düşsün beden toprağa!” ve Hubeyb (ra) de şehitler kervanındaki yerini alıyordu…
İşte o gün Şefkat ve Merhamet Peygamberi Rasûlullah (as), ashabı ile oturuyordu. Birden “Allah’ın selamı senin de üzerine olsun” diyerek selam alınca, yanındaki güzel insanlar sebebini sordular. Efendimiz (sas), “Hubeyb! Kureyşliler onu öldürdü”, buyurdu.
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Müminlerden öyle erler vardır ki Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler; kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de (şehit olmayı) beklemektedir; (onlar verdikleri sözü) hiçbir şekilde değiştirmediler.” (Ahzab 33, 23)
 
Şuur
                    
DÜNYA SAHNESİNDE BİTMEYEN OYUN
 
Yüzümü hangi yöne dönsem umutsuzluk. Yüzlerimizdeki çizgiler ‘hüzün tutsakları’ olmuş adeta. Kalplerimizde ferahlık yok. Zihinlerimiz yıllar öncesinde kalmış gibi. Yok daha da kötüsü, geçmişte öne çıkardığımız, mücadele ettiğimiz, fikir beyan etmekle kalmayıp gerçekleştirmeye çalıştığımız bütün hayallerimizden feragat edip, sessizce dünyayı dinliyoruz.
Ses ver dünya diyoruz. Dünya ses veriyor. Acı çığlıklar bunlar. Feryatlar, pimi çekilmiş bombalar eşliğinde uzun süren bir dans. Çalan müzik eşliğinde bildik şarkılar. Çılgınlık elbisesine büründürülmüş palyaçolar tüm dünyayı dolaşıyor. Hepsinin şarkıları nakaratına kadar aynı. Yıllar önce Marsel Halife gelmişti şehrimize. O udunu çalmış biz gözyaşlarına boğulmuştuk. Tüm dünyaya insan hakları satan büyük satıcının büyük duvarlarla ördüğü, çembere aldığı ülkenin çocuklarını anlatıyordu bize. Filistin’in acılarını…
Bir köy yerinde ilk kez uçak gören çocuklar büyük bir sevinç içindeydiler. Gökyüzünden sanki dünyanın en güzel hediyeleri yağacaktı çocukların üstüne. Hep birlikte kendilerine yaklaşan uçağa bakıyor, el sallıyorlardı. Acaba pilot onları görebilecek miydi? Toprağı acıyla karılmış ülkelerinde çocuk yüzleri bu kez gülebilecek miydi?
Uçaklar iyice yaklaştığında çocuklar üzerlerine gelen karaltıları fark ettiler. Biri “işte hediyeler geliyooor!” diye heyecanla bağırmıştı. Kurdukları hayallerin yansımasını bekliyor gibiydiler. Az sonra etrafları ateşten çembere döndü. Bulundukları sokaklar, oyun oynadıkları sokaklar, annelerinin ‘hava karardı artık eve gelin’ diyerek tekrarlamaktan bıkmadığı cümleleri duydukları sokaklar... Uçaklardan hediye değil bomba yağmıştı.
…Feryatlar hiç bitmeyecekti oysa. Afganistanlı çocukların paylarına daha büyük bombalar düşmüştü. Kaçacak, saklanacak hiçbir yer yoktu. Düğün alayları ölüm alayları haline gelmişti. Beyaz gelinlikler çoktan renk değiştirmiş, kızıla kesmişti. Yetmemişti. Irak’ta da çocuklar vardı. Ve hiç büyümeyen çocuklar. Büyük sistemleri kızdıran çocuklar. Bombaları atanların da aileleri vardı oysa. Dünyanın rengi değişmişti. Dünyanın sesi kısılmıştı.
Yoktu yapabileceğimiz hiçbir şey. Siyaset, idare, çok laf, çok iş, dünyaya nizam vermeler bitmişti. Her birimiz büyük küresel sistemlerin gönüllü kölelerine dönüştürülmüştük. Ajansların, haber bültenlerinin içimizde bir yerleri kanatmasını önlemek için işlerimize dalmıştık. İçimizde akan nehirlerde vicdan temizlemek daha kolaydı. Gömüldükçe gömüldük kire. “Feryatlar bizden uzak olsun, dünya bize zarar vermeden dönsün”dü.
Dünyanın yetimleri artıyordu. Bizimse meşgalelerimiz. Artık hayal bile kuramaz olmuştuk. “Reel”in terkisinde gökyüzünden uçurtmaları topluyorduk. Gökyüzü de asmıştı suratını. Artık sadece uçaklar uçuyordu. Bir de füzeler. Uzun menzil dönüyordu işler. İzledikçe kabulleniyor, kabullendikçe üzerine bomba yağanları suçluyorduk. Suçlamayıp da ne yapacaktık? Küresel sistemle baş edilir miydi? Onların bir dediği iki edilir miydi?
Yetim Peygamber’in Ümmeti…Büyük bir salon. İçerde büyük kalabalıklar var. Onların içinde büyük fırtınalar kopuyordu. Dünya yüzeyinde anne ve babasını, topraklarını, yurdunu kaybetmiş çocukları izliyorlardı. Sahnede ilahiler söyleniyor, miniklerin gösterileri izleniyordu. Çeçenistan, Filistin, Irak, Etiyopya, Burkina Faso, Somali, Sudan, Doğu Türkistan, Afganistan, Pakistan, Açe, Bosna, Kosova, Makedonya…
Onların ezgileri bizim yüreklerimizi tamamlıyordu. Çoktandır unuttuğumuz bizi hatırlatıyordu her şey. Kendi çocuklarımızdan bir farkının olmadığını anlıyorduk o anasız ve babasız büyüyen çocukların. Ülkemizin sadece yaşadığımız yer olmadığını da anlıyorduk sonra. Bize muhtaç olan her bölgede olmalıydık biz.
“Yetim Peygamber’in (sas) yetim ümmetinin çocukları” bize çok büyük görevleri hatırlatıyordu. Bizi biz yapan ve gittikçe kaybetmekte olduğumuz değerleri… Bizi dışarıya sağır, kör, dilsiz bırakma çabalarına rağmen, uluslararası organizasyonların türlü ayak oyunlarına rağmen, kamuoyları tarafından uyutulan milletlere rağmen, umutların sıradanlaştırılmasına rağmen, birleşmiş milletlere, gizli devletlere, açık öfkelere, türlü oyunlara rağmen… Her şeye rağmen dönüyor dünya. Küçük sahnelerde kurulmuş türlü oyunlar oynayanlar kendilerini çok güçlü sanıyorlar. Ortalama ömrü 60-70 yıl olan insanlar, bir sonraki adımı hiç düşünmeden kararmış kalplerinden dökülen öfkeyi kusuyorlar yeryüzüne. Teknolojiyi oyuncak haline getirip çocukların oyuncaklarını kana bulayanları seyrediyor dünya.
Müminler kenetlendikçe birbirlerine, dünyanın yüzü daha da aydınlanıyor… Zulüm kervanını Müslümanlar üzerine yürütenleri durdurabilecek güç olabilir mi? Olmalı diyen insanlar var yeryüzünde. “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle. Ve işte bu, imanın en düşük mertebesidir” diyen o Kutlu Peygamber’in bu sözünü düstur edinmiş insanlar var elbet. Kendi ülkesinde parya haline getirilen insanların söyleyecekleri sözler yok mu? Var elbet.
Efendilerine kafa tutmak ha! Dünyayı kana bulayanların kurduğu yedi ülkenin karşısına sekiz ülkeyi koyan ve oyunu bozmak için adım atan insanların bu çabası çıldırtmıştı düzen bozucuları. Onlarla baş edebilmek kolay olmamalıydı. Teknoloji, kuvvet, toplumları dizayn, düşünceleri etkileme ve yönlendirme gücü onlardaydı. En ufak aykırı sese bile tahammülleri yoktu. Onlar emir verir, söylenenler yerine getirilirdi. Onlar bozar kimse yapamazdı. Onlar bilir kimse bilmezdi. Herkesin bildiği onların izin verdiği kadardı….“Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” diyebilecek kadar da pervasızdılar…Onlar atalarından aldıkları mirası güç üzerine kurmuşlardı. O yüzdendir ki Selahaddin’i anlamaya ayırabilecek vakitleri hiç olmamıştı. Selahaddin’in adalet yaydığı ülkeye gözyaşı getirmişlerdi.
Onların dizginlenemeyen öfkesinin karşısında durulamaz mıydı? Çırağan’dan denize açılan teknede bunu göze alabilmiş muhterem bir insan vardı. Gücünü haktan alan, mazlumlar için çare üretebilen bir insan. İktidarda olduğu her gün için ölüp ölüp dirilenlerin türlü oyunlarına rağmen ‘asırlık çınar gibi duran’ bir adam. Onu izledim uzun uzun. Sanki uzun metraj film çeker gibi çektim. Çektiğim fotoğraf karelerine baktım. İslam aleminin övgüyle söz ettiği, zalimlerin tebessümünden bile çekindikleri bir insan vardı karşımda. Gözleri dalmış gitmişti İstanbul manzarasına. Dünyanın başkentinde dünyanın mazlumlarıyla aynı masada, dünyanın en çilekeş insanları için çırpınmış yüreğiyle izliyordu etrafını.
Bana hep bir Peygamber (as) sözünü hatırlattı görüntüler. “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin” Bu vakardı muhataplarını korkutan. O, zalime de yardım edilir diyordu, zulmüne engel olarak. On yıl olmuştu sekiz ülkenin üst düzey yöneticilerini bir araya getirip birliği kuralı. Hiç rahat bırakılmadı. İktidarı boyunca sevilmesi bile bağışlanmadı. Mekke’de, Medine’de gözyaşlarıyla İslam alemi için dua edenlerin kalplerinde yer aldı hep.
Bizim kalplerimiz konuşur. Müminler arasında düşmanlık tohumu ekmek için manşetler hazırlayan, haber bültenlerini bağırtanları bile şoke edecek cümleleri vardı onun. Kendisi hakkında önemli bir ismin söylediği sözler hatırlatılmıştı ona. Kırılması, öfkelenmesi, kızgın cümleler kurması bekleniyordu. Samimi, mümine yakışır vakarla söylenmiş o sözü hiç unutmadım: “Bizim günde beş kez kalplerimiz konuşur” Söz biter mi, bazen biter!
Her yıl stadyumlar dolduran kalabalıkların ona gösterdiği sevgi tezahüratları arasında onun ufkunun nerelere uzandığını düşündüm. İslam ümmetinin perişan edildiği bir dönemde, onun hazırladığı planlar büyüktü. Siyaset sahnesinde olsa da olmasa da üzerinde durduğu doğrular aynıydı. Filistin’i hiç unutmadı. Bir de Eba Eyyüb El Ensari’yi. 90 yaşında İstanbul surlarına gelen o büyük sahabeyi her fetih gününde anlattı.
Moralleri bozulan, gücü yetmediği için ortama uyum sağlayan, ne yapabiliriz ki çaresizliği gösterenlere o mübarek sahabenin heyecanını hatırlattı. “Düşmanlık esasına göre güç gösterisi sunanlara karşı kardeşlik, refah, huzur ve barış” dedi hep. “İnsanlığın saadeti Batılılara bırakılamaz” diye de ekledi. Dünya medyasının, içimizdeki uzantılarının ‘perdelediği gözleri’ açabilecek kurumlar oluşturdu. O görevini yaptı, yapmaya devam ediyor. Peki biz ne yapıyoruz?
Senin festivalin var mı? İslam ülkeleri arasında yaygın bir kültürel alışverişin başlaması gerekmez mi? Filistin’i vicdan temizlemeye çalışan batılıların çektiği filmlerden mi izleyeceğiz hep. “Zehranın Gözleri” dizi filminin TV5’te gösterilmesi karşısında hop oturup hop kalkan “düzlemi İsrail olmuş”ların bu kadar kızgın oluşları niye?...Dünya başkenti İstanbul batılıların mı parlayan yıldızı. 2010’da kültür başkenti İstanbul olacak. Var mı hazırlığımız? …Zihnimize çaktıkları imajlar çocukluktan itibaren hepimizi esir alıyor…
İyi insanlar iyi atlara binip gitmediler, bizleri terk etmediler. Gözlerimizdeki perdeleri kaldıralım artık. Umudu yitireli o kadar çok olmuş ki zihinlerimiz kara haberlere ayarlanmış. Küçük bir kıpırtı bile hissedemez olmuşuz. Cüceler ülkesindeki Guliver gibiyiz. Her tarafımızdan sarılmışız ve “umut yok” diye haykırıp duruyoruz. Umut var. Ses ver dünya diyoruz. Dünya ses veriyor. Bütün uzuvlarımız harekete geçiyor. Gözü olmayanın gözü, dili olmayanın dili, eli olmayanın eli oluyoruz. Yetimlerle yetim oluyoruz. Tüm dünyayı dolaşıyoruz. Rengarenk bir uçurtmanın tüm renklerini oluşturuyoruz. Marsel Halife uduyla bizim şarkılarımızı söylüyor, eşlik ediyoruz. Yeniden umut diyoruz. Umut, hani az önce unuttuğumuz şimdi hatırladığımız bir şey gibi…           
Bünyamin Yılmaz, Milli Gazete


  Hoşsâdalar   

 
bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
49208 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol