Hoşsâda-29

 

HOŞSÂDA
9 Haziran 2006 Cuma
13 C.Evvel 1427 sayı: 29
 
Sözün Özü
         
Allah Teala buyuruyor:
"Rahmân'ın kulları; Rabb'imiz! Bizlere, yüzümüzü ağartacak, göz nurumuz olacak eşler ve çocuklar, nesiller nasib eyle! Bizleri takva sahiplerine önder kıl! derler." (Furkân, 25/ 74)         
                  Sevgili Peygamberimiz (sav) buyuruyor:
"Yedi kimseyi Allahü Teâlâ kendi gölgesinden başka gölgenin olmadığı (kıyâmet) gününde kendi gölgesinde gölgelendirecektir:
-Adâletli devlet reisi,
-Rabbine ibâdet yolunda serpilip büyüyen genç,
-Gönlü mescidlere bağlı kimse,
-Allah yolunda birbirini sevip buluşan ve bu yolda ayrılan iki kimseden her biri,
-Makam (ve güzellik) sahibi güzel bir kadın onu istediğinde, 'Ben Allah'tan korkarım' diyerek (o günahı işlemeyen kişi),
-Sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar (gösterişsiz) gizli sadaka veren adam,
-Tenhada Allah'ı zikredip de gözü dolup taşan (ağlayan) kişidir." (Buhari)
 
Medeniyet
 
 GENÇLİKTEKİ SANCININ ADI:
MÂNEVİ BOŞLUK / A. Taşgetiren
 
Genç bir nüfus, her ülke için büyük bir potansiyeldir, bu durum ülkemiz içinde geçerlidir.
Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Her insan, geleceğe ne gönderdiğine baksın." (Haşr Suresi, 18), "Her insan geleceğe ne gönderdiğini, geride ne bıraktığını bilecek." (İnfitar Suresi, 5)
Bu ayetlerle Allah Teala insana, dünya hayatı - ebedi hayat uyarısı yaptığı gibi, nesiller açısından "geleceği inşa" uyarısı da yapıyor. Geleceğin taşları bugünden konuyor. Geleceğin toplumu bugünden inşa ediliyor, gelecek bugünkü çocukların - gençlerin yüreklerinde saklı. Ne ekersen onu biçeceksin. Bir tuba ağacına da su verebilirsin, bir zakkuma da... Bir Fatih de büyüyebilir çocuklarımızın yüreğinde, bir eşkıya da...
Genç nüfus, sağlıklı yetişmezse büyük risk, bir atom bombası, sağlıklı yetişirse büyük imkan, bir rahmet yağmuru... İnsan, bir ülkenin en önemli sermayesi... İnsan sermayesi de, onun insanlığa katkısı ile ölçülüyor. Belki tüm dünya gençliği problemli, Ünlü psikolog Jung'un dediği gibi "Çağımızın nevrozu kollektif bir ruh yitimi." halinde.
Değerli bilim adamı Psikiyatr Kemal Sayar'ın dediği gibi "Modern şehrin üzerinde melekler dolaşmıyor." Ama biz, gençliğin yüreğini dokuyacak ışıklara sahip olduğumuz halde problemlerle boğuştuğumuz için bu gerçeklik bizi daha çok yakıyor. Tüm dünya gençliğine sağlıklı bir yürek kıvamı sunacak potansiyele sahipken, problemlerle boğuşmak kahredici bir vakıa…
Yüreği ihmal eden yaklaşımlar... İmanı görmezden gelen çareler... Allah'a bağlılığı gözardı eden laik yönelişler... "Tanrısız, öte dünyasız ahlak" üretmeye çalışan seküler zihniyetler... Ve işte geldiğimiz nokta: Her insana bir gözlemci... İnsanın insandan korkusu bu. "İnsan insanın kurdu" çünkü... İlahi ölçülerden koptuğunda...
Türkiye'ye döndüğümüzde... Neden "suçlu çocuklar" üretmeye başladı ülkemiz? Onların doğarken kir düşmemiş yüreklerine ne oldu? Nasıl çalındı, yağmalandı? Biz ne veremedik, anneler - babalar, okullar, sokaklar, ekranlar, balya balya gazeteler... Ya da ne verdik ki, böyle cam kırıkları üzerinde yürümeye başladılar. Elleri kirlendi, ayakları çamura battı, yüreklerinde kara lekeler oluştu? "Kaybolan bir gençlik" sorunu çıktı ortaya, neden?
Çünkü kendi reçetelerimize karşı savaş açmak gibi bir kısır misyon yüklendi üzerimize, toplum olarak... Yüreğini kurtarmak gerekiyor çocuklarımızın, gençlerimizin? Ne ile kurtarılacak? Bunun çaresi fizik bünyeyi imar edecek doktorlarda değil. Kir yüklenmiş yüreği kardiyolog tedavi edemiyor, ya da ölçüleri darmadağın olmuş bir dimağa, beyin cerrahının - nörologun bistürisi şifa sunamıyor.
Bir başka iksir gerekli. Bir başka kalb doktoru. Bir başka beyin inşacısı... "Din kenarda dursun, biz çocuğun beynini, kalbini dokuruz!" Yok öyle bir şey. İnsanoğlu'nun yürek ve beyin inşasında kullanacağı malzemeler ya Rahman'dan gelecek ya Şeytan'dan... Güzelliğin kaynağı Rahman, çirkinliğin rehberi Şeytan...
Yalan kötü mü? Cinayet kötü mü? Hırsızlık kötü mü? Uyuşturucu kötü mü? Bir "değer üreticisi" lazım tüm bu değer yargılarını belirleyip insana sunacak... Kim o? Ben, sen, o değil. İnsana kalsa binlerce izafi cümle söyler, birinden ötekine darmadağın edilen... Üzeri çizilen... Sonra sorumluluk kime karşı? "Allah'ı görüyormuş gibi, sen O'nu görmesen de O'nun seni gördüğü"nü yüreklere kazıyan bir bilinç yüklenmek var. Rabbin nazarları altında bir hayat... Bu bilinçle örülmüş bir yürek, bir dimağ, bir kişilik. Yüreği manen boşaltılandan erdem beklemek abes. Yüreğine hiçbir nur konmayandan, ışık üretmesini beklemek boş.
Eğitim sisteminiz, neyi neden yetiştireceğine karar verememiş ise ya da ona yüklediğiniz ideolojik misyonla, "Laik profan insan - Kutsalı elinden alınmış, Kutsalla bağı kopmuş, Kutsal'ı referans olmaktan çıkarılmış insan" yetiştirme görevi vermişseniz, rüzgar ekmeye başlamışsınız demektir ki, biçeceğiniz tek şey fırtınadır. İşte çocuklar, öyle bir fırtınaya tutulmuş, öyle bir anaforun içine düşmüş savruluyor önümüzde... Adını koymak: Manevi Boşluk.  İşte budur Türkiye'de de, dünyada da, insanın başına musallat edilen bela. Yürekleri boşaltılıyor insanın.
Kur'an diyor ki: "Rahman olan Allah'ı anmayı görmezlikten gelene, yanından hiç ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz. Şüphesiz onlar bunları yoldan alıkorlar, bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar." "Sonunda bize gelince arkadaşına: "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arasındaki kadar uzaklık olsaydı, sen ne kötü bir arkadaşmışsın!" der, pişmanlığın bugün size bir faydası olmaz, zira haksızlık etmişsiniz, şimdi azabda birleşiniz." (Zuhruf, 36 -39)
Aile, okul, sokak, medya... Çocuk kişiliği bu dörtgen içinde oluşuyor. Bu dörtlü içinde aile, en büyük duyarlılık, en büyük sorumluluk sahibi olmalı. Eğer anne - baba çocuklarını bir can yangını halinde yüreklerinde hissedebilirlerse, okula da, sokağa da, medyaya da nizam verebilirler. Devletin, hükümetlerin, medyanın kafasını toparlamasını da, eğitim sisteminin ve çocuğa taşınan mesajların sağlıklı hale gelmesini de anne - baba hassasiyeti sağlayacaktır. Herkesin evinin kapısının önünü süpürmesinin en gerekli olduğu andır bu an... Çocuklarımızın soluduğu sokak havasını, okul havasını, medya dalgalarını temizlemek en hayati görev haline gelmiştir.
Okulların cezaevi, eğitim kadrolarının gardiyan, çocukların muhtemel suçlu, anne - babaların cezaevi ziyaretçisi haline gelmesini istemiyorsak... Hergün çocuklarımızın gözüne korkuyla, endişeyle bakmayı istemiyorsak, bir uyuşturucu tuzağına tutulmasına razı değilsek, ıskartaya çıkarılmış varlıklara dönüşmesinden endişe ediyorsak... Devletin yüreğinin kapısını daha yüksek vuruşlarla çalmalıyız...
Bir çocukta bir Fatih de saklıdır, bir cani de... Yonta yonta onun içindeki Fatih'i bulan, tarihe adını yazdıracak... Çürüte çürüte çocuğun bir caniye dönüşmesine imkan hazırlayan, utancı, ezikliği, mağlubiyeti, hüsranı, pişmanlığı paylaşacak...
Bir gün insana "Bak bugünlere gönderdiğine" diye seslenilecek. Bugün gördüklerimiz dünlerden gönderilenlerdir, onlar içine düştükleri çırpınışlarla bize "Yarına ne gönderdiğine bak!" diye sesleniyor.
 
KARAMSARLAR KENDİ IŞIĞINI
SÖNDÜRENLERDİR /
Mahmut Toptaş
 
Kolunu kaldırmadığı halde tutunacak dalı olmadığından şikayet edenler, gerçeklerle yüzleşmekten korktukları için hep hayal kuranlar ve “hayallerim suya düştü” diye yakınanlar, üşütürüm endişesiyle hiç dağa çıkmadığı halde “Güvendiğim dağlara kar yağdı” diye sızlananlar.
Hastalık hastası olduğu için doktor tavsiyesi olmadan hapı yutanlar, olmayan işi bitenler, tembellikten canı sıkılanlar, gündüzü gece görürler, herkesi hırsız sanırlar, baharın çiçeklerini kışın karı zannederek üşürler.
“Allah var, keder yok” diyenler, önce iç dünyalarını güzelleştirenler her olayın güzel tarafını görürler. Belaların içinden devaları ararlar. Güllerin dikenlerinden önce gül yapraklarını görürler. Gül kokusundan etkilenince dikenlerin dalamasını duymayanlar, aslında kendi iç dünyalarının güzelliğiyle olayları ve eşyayı yorumlarlar ve rahat ederler.
On beş milyonluk İstanbul şehrinde bir günde beş tane gasp olayı olsa, akşam haberlerinde abartılı ifadelerle duyurulsa hemen karamsarlar o haberi iç dünyalarındaki büyüteçle bir milyon defa büyütürler ve İstanbul’da yaşanmaz demeye başlarlar.
Halbuki aynı gün bu İstanbul’da milyonlarca insanımız bir başkasına iyilik yapmıştır. Özürlü birini karşıdan karşıya geçirmiştir. Adres sorana adresi tarif edenler, kendisi götürenler, hasta komşusunu kendi arabasıyla hastaneye götürenler, ihtiyaç sahibi birinin yardımına koşanlar, başı daralanın başını rahatlatanlar, canı sıkılanın kederini giderenler ve daha binlerce çeşit iyilik yapanlar milyonlarcadır.
Örneğin; orta, lise ve üniversiteyi askerden geldikten sonra bitiren ben, er olarak askerlik yaptım. En verimli dini hizmetimi asker ocağında verdim. Diyarbakır, Van, Hakkari, Beytüşşebap, Alamon takımı, Irak sınırındaki Aruç karakolunda dahi asker arkadaşlarıma dini bilgileri vermeyi hiçbir gün ihmal etmedim. Şimdi askere çağırılsam yine de merasimle askere giderim.
Tatilini İstanbul’da geçiren öğrencilerine öğretmenleri İstanbul’u sorar. Birisi, “Öğretmenim, din, iman bizim buralarda. Cuma günü ezan okunduktan sonra baktım hiçbir kimse camiye gitmemiş. Hepsi sokaklarda geziyorlar. Öbür öğrenci, Öğretmenim İstanbul gerçekten İslambol’muş. Cuma ezanı okunduktan sonra dışarıda hiçbir kimse kalmıyor. Camilerde namaz kılacak yer bulunamıyor ve dışarılara taşıyor. Bir diğeri, “Eğlence merkezleri dolup taşıyor” diye rapor ederlerken aslında kendilerini rapor ettiklerinin farkına varamıyorlar.
Sevgili Peygamberimiz (sav) buyurur: “Kim insanlar helak oldu” derse o helak olanların başında gelir. (veya bir rivayette) helak edenlerin arasındadır” buyurmuş. (Ebu Davud, Edeb, Hadis 4983) Hadisi şerh eden Hattabi: “Bu sözü ayıplamak için dahi söylememek gerekir. Ayıplamak için veya kendisinin faziletini anlatmak için söylüyorsa yine helak olanlardan olur” diyor.
Çözüm üretme durumunda olanlar, kendi aralarında konuşurlar ve olumlu yönde çareler üretirler. Yoksa “Gül dalında niçin diken besleyelim? Öyleyse gül neslini kurutalım” diyenlerden oluruz.
Biz, toplum doktorları gibi davranacağız. Hastalıkları bileceğiz. Mikrop korkusundan mikrop üretme istasyonları kurmayacağız. Rabbin şifa hazinesi Kur’an’dan çareler arayacağız. Ama hastamızın hastalığını el aleme teşhir etmeyeceğiz.
 
SIZLANMAYIN, SIZILARI DİNDİRİN / Mahmut Toptaş
 
Üniversitenin mezuniyet gününe öğrencilerden birinin başörtülü annesi alınmayınca yasama ve yürütmenin başında olanların da benim gibi basın yoluyla sızlanmaya başladıklarını gördüm.
Gündüz vakti kadınlar, koyun sürüsünü sağarken aç bir kurt sürüye saldırır. Korkudan bir araya gelen kadınlar hep birden: “Amanın aramızda bir erkek olsaydı.” derlermiş. Bakmışlar ki çoban da kadınların arasında o da aynı şeyi söylermiş. “Amanın bir erkek olsaydı” dermiş. Kadınlar çobana dönüp: “Sen erkek değil misin?” demişler. Çoban erkekliğini hatırladıktan sonra kurdun üzerine yürür ve kurt da kaçar gider.
Çoban kurtla arkadaşlık yaparsa kuzulara yazık eder. Devleti yönetenler, kurt gibi adamlarla arkadaşlık yapar, onların yazdıklarını okur, onlara kulak verir, mutabakatı halkla değil de kurtlarla yaparsa millete yazık eder.
İçimizdeki kurt bizi de yer bitirir. O, yün içinde gelişen kurt gibi içimizden büyür ve bizi kemirir.
“Kızını başörtüsüyle Üniversiteye almıyorsunuz, peki mezuniyet gününe katılan annesini niçin almıyorsunuz?” da demeyelim. Bu deyiş, geri adım atmanın sesidir.
Yün kumaşlar, özellikle yaz günlerinde giyilmedikleri zamanlarda yani hareket olmadığı zamanlarda kendini yiyecek kurtları kendisi üretir. Hareketin olduğu yerde bereket olur ve kurt üretimi olmaz. Herkesin yapacağı bir iş olduğundan, başını kaşıyacak zamanı olmadığından kapıdan girecek başörtülü avıyla uğraşmaz.
Bir işi yapmak istemiyorsanız bin türlü bahane bulmak en kolay iştir. Eğer o işi yapmak istiyorsanız, önünüze çıkarılan engeller dahi size yardımcı olabilir.
Üniversiteye gidemeyen veya başörtüsü sebebiyle terk edenler, üniversiteyi bitirdiği halde başörtüsü nedeniyle görev verilmeyen Hanımefendiler, kendilerini Allah’ın görevlisi kabul etsinler, makamlarını böylece terfi ettirsinler ve hemen evin çevresinde oyun oynayan çocukları belirli saatlerde evde toplayarak dini bilgiler vermeye ve Kur’an okutmaya başlasınlar.
Tatil köylerine gidenler, gittiğiniz köyde muhakkak cami vardır ve caminin imamı size gereken zamanı ayıracaktır. Kendiniz ve eşiniz Kur’an okumasını bilmiyorsanız bu yaz hem tatil yaparsınız hem de Kur’an okumasını öğrenirsiniz. Eğer biliyorsanız, hemen bir arkadaşınıza, komşunuza öğretmeye başlayınız.
Bazı şehirlerde camiler ihtiyacı karşılamayabiliyor. Bu durumda evinizin bir odasını Kurs haline getiriniz ve okutacak birini bulup başlayıveriniz.
İzine ayrılamayan memurlarımız, mesaiden önce veya mesaiden sonra arkadaşlarınızla yarım saatliğine bir araya gelerek Kur’an dersi yapabilirsiniz. Ben bir memurun beş-altı arkadaşıyla beraber, mesaiden önce bir araya gelerek Kur’an-ı Kerim’in mealini, Riyazussalihin’i ve Kuduri’yi okuyarak bitirdiklerini duydum.
Bir terzimiz birkaç seneden beri dükkanında, çarşının esnafının çocuklarına Kur’an okumasını öğretmeye devam ediyor. Geçen sene yaz aylarında camide ders başlatan gencecik bir imamımız, okuttuğu çocukları yüzmeye de götürmek ister ve beş yıldızlı otelin birinin işletme müdürüyle saatine pazarlık yapar. En son fiyatta anlaştıktan sonra İmam arkadaş, müdüre hanıma buraya yaz kursuna katılan çocukları getireceğini söyleyince müdüre hanım biraz düşündükten sonra son fiyatın yarısını da kaldırıverir ve bizim de bir katkımız olsun deyiverir.
Az da olsa iş yapan, çok sızlanıp iş yapmayandan çok daha hayırlıdır.


  Hoşsâdalar   

 
bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
49208 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol