Ramazan ayı ve ruh terbiyemiz...


Ramazan Ayı ve Ruh Terbiyemiz....

Biz kısık sesleriz.... Minareleri
Sen, ezansız bırakma Allah’ım.
Mahyasızdır minareler... Göğü de
Kehkeşansız bırakma Allah’ım.
Yarının yollarında yılları da
Ramazansız bırakma Allah’ım.
Bizi Sen sevgisiz, susuz, havasız
Ve vatansız bırakma Allah’ım...
Arif Nihat ASYA

“Dua, ibadetin özüdür, iliğidir” buyuran Hz.Muhammed (sav)’i “alemlere rahmet” olarak gönderen ve O’nunla birlikte insanlık için bir kurtuluş reçetesi olan Kur’an-ı Hakim’i bu ayda, “bin aydan daha hayırlı bir gecede” indiren Alemlerin Rabbi olan Allah Teala’ya sonsuz hamd ü senalar, O’nun en sevgili kulu ve şerefi en yüce peygamberi, “iki cihan sultanı” Efendimiz’e sayısız salat u selamlarla yazımıza başlarken, bir dua ile, hem de yazımızın muhtevasına uygun bir dua ile başlayalım istedik.

Evet, değerli okuyucularım. Dergi elinize geçtiğinde belki de mübarek Ramazan ayının yarısını tamamlamış olacaksınız. Ama unutmayalım ki, geride kalan günleriniz öylesine değerli, öylesine kıymetli ki, bir değil pekçok yazı kaleme alınsa yine de fazla sayılmaz. Zaten Kasım ayındaki derginiz öylesine bir “Hz. Muhammed Muhabbeti” ile doluydu ki, başka hiçbir konuya yer kalmamıştı diyebiliriz. Dolayısıyla Ramazan ayına ilişkin birşeyler yazmak ta bu aya kalmış oldu.

Bu yazımız, aslında pek çoğunuzun bildiği hususları bir kez daha hatırlatmaktan ibaret olacak. Dolayısıyla, yazımızı bu aya mahsus olarak dipnotsuz bir metin şeklinde yazmaya çalışacağız. Ramazan hürmetine Mevlamız, bize hüsn-i ifadeler, okuyuculara da hüsn-i istifadeler lütfeylesin inşaallah...

Kıymetli okuyucularım. Ramazan ayının üzerinde farklı yönlerden durulabilir. Sözgelimi tıp uzmanları orucun vücudumuz açısından “çeşitli faydalarından” bahsederler. Fizyoloji (beden bilimi) otoriteleri onun, bedenimiz açısından son derece yararlı bir “eylem” olduğunu söylerler. Bunların hepsi doğrudur; ancak onu tanımlayabilmemiz ve anlayabilmemiz açısından yetersizdir. Çünkü oruç bir diyet değildir; bir perhiz uygulaması değildir. O halde oruç nedir? En kısa tanımıyla oruç, bir müminin, sadece Rabbinin hoşnutluğunu ve rızasını kazanmak için bedenine ve ruhuna ait tüm isteklerden, bütün arzulardan ve şehvetlerden vazgeçmesidir. Zira istek ve arzular, bedene ait olabileceği gibi ruha ait istekler de olabilir. Sözgelimi, açlık, yeme arzusunu doğuran bedeni bir durum iken, haset de gıybeti körükleyen ruhi bir durumdur. Eğer, oruç bedenle birlikte ruha da tutturulmuyorsa, işte o zaman bu faaliyet, bir ibadet olmaktan çıkıp bir rejim-perhiz eylemine dönüşüverir. Dikkat ederseniz, zorla rejim yapmaya mecbur bırakılanlar, bunun acısını ona buna çatmakla çıkarmaya çalışırlar. O halde burada şu soruyu sorabiliriz. Oruçlu olduğu halde, ona-buna kötü söz söyleyen, başkalarını çekiştirmekten geri durmayan bir kişinin, rejim yapmaya mecbur bırakılıp ta bunun acısını ondan bundan çıkaran kişiden ne farkı vardır? İşte burada hemen şunu söylemeliyiz ki, her ne kadar oruç bizim beden sağlığımız için birtakım faydalar sağlasa da asıl onun, ruh terbiyemiz ve manevi hayatımız açısından incelenmeye değer yönleri üzerinde durulmalıdır. İşte bu makaleyle amacımız da budur... Şimdi dilerseniz tek tek bu konuları incelemeye çalışalım.

Eskimeyen bir gelenek: Oruç
“Ey müminler! Oruç, sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı”. Bu ayetle Kur’an-ı Kerim, bize eski ümmetlerin de oruç ile mükellef olduğunu haber vermektedir. Dolayısıyla oruç ibadetinin sadece ümmet-i Muhammed’e değil, önceki peygamberlere tabi olan müminlere de farz kılındığını anlamaktayız. Bu itibarla denilebilir ki, oruç, insanlık tarihi kadar eski olan bir ibadet türüdür. Oruçtaki bu tarihi özellik aynı zamanda onun insan fıtratı açısından da önemli olduğunun göstergesidir. Zira Yüce Mevla kulunu kendisine yaklaştıracak ibadetlerden biri olarak takdir ettiği orucu, tüm zamanlarda insanlık için farz kılmış ve ona ayrı bir anlam yüklemiştir: “Takva’ya ulaşmak için bir vesile...” Evet, ayetin devamı aynen böyle... “Umulur ki, takva’ya ulaşırsınız”. Acaba burada kast edilen ne olabilir? Kanaatimizce, en kapsamlı anlamıyla takva’yı “Allah’a karşı kulluk şuuru” olarak ele almak doğru olacaktır. Zira takva sahibi olmak sadece “Allah’tan korkmak” olarak açıklanamaz. Bilakis takva sahibi bir mümin, belki Allah’a isyan etmekten, Allah’ın kendisini görmek istemediği bir hale düşmekten korkabilir. Yoksa, her an O’na sığınmanın huzurunu ve lezzetini yaşayan bir mümin, O’ndan, basit bir ifadeyle nasıl korkabilir ki... İşte oruç bu takva hadisesini yaşayabilmemiz için çok önemli bir vesiledir. Çünkü oruç tutan mümin, orucunu hiç kimsenin olmadığı bir mekanda bile bozmaz. Çünkü o, bu ibadeti sadece Allah’ı sevdiği ve Onun hoşnutluğunu kazanmak istediği için tutar ve devam ettirir. İşte bu özelliğinden dolayıdır ki, bir hadis-i kudsî’de Allah Teala şöyle buyurur: “Ademoğlunu yaptığı bütün ibadetler kendisi içindir. Oruç ise bundan müstesnadır. Çünkü o sadece benim içindir; ve onun mükafatını da ancak ben takdir edeceğim.” Netice itibariyle, orucun bu ayrıcı özelliği, onu diğer ibadetler arasında farklı bir yere oturtmuş ve sözlerimizin başında ifade ettiğimiz üzere eskimeyen bir gelenek olarak kulun Allah Teala’ya yaklaşmasına en önemli vesilelerden biri olarak görülegelmiştir. Mesela, Hz. Davud (as) bütün hayatı boyunca gün aşırı oruç tutardı. Hz. Peygamber (sav) ise bazı günler “savm-ı visal” denilen, iftarsız olarak iki gün peşpeşe oruç tuttuğu olurdu. Ve burada adını anmaktan aciz kalacağımız pek çok Allah Dostu, oruç ibadetine ayrı bir önem atfeder, onu manevi eğitimlerinin en önemli bir parçası olarak düşünürlerdi....

İki önemli engel: Mide ve Dil organlarına sahip olamama
Bu muhteşem ve değerli ibadette iki önemli engel oruçlunun iki baş belasıdır. Biri bedeni arzusuna yönelik mide, diğeri ise ruhi arzulara yönelik dil organlarının amacı dışında kullanılması ve neticede orucun tüm bereketinin ve manevi faydasının kaybedilmesidir. Yazımızın başında bir nebze değindiğimiz bu konu oruçlu bir mümin için o denli önemlidir ki, orucun biz kalacak olan tüm getirisini bir anda elimizden çekip alabilir, bu iki organ... Zira, bizden istenen Ramazan ayında yeme içme arzumuzu kontrol altına alarak, az yemeye ve az içmeye nefsimizi alıştırmaktır. Tıpkı bir mide hastasının iyileşebilmesi için kendisine doktoru tarafından verilen perhize ve yemek listesine uyması gibi... Dolayısıyla, bir mümin bu ayda diğer zamanlardan farklı olarak az yemeyi, az içmeyi hedeflemelidir ki, ruhunda incelme ve kalbinde yumuşama hadisesi gerçekleşebilsin. Yoksa birkaç saat aç bıraktığımız nefsimize mükellef bir iftar sofrasıyla bir “ziyafet” çektiğimizde doğrusu onu şımartmaktan başka bir şey yapmış olmayız. Ve şımaran bu nefis akşam namazını eda etmek başta olmak üzere, teravihin uzunluğunu ve sahura kalkmaktan yana düçar olduğu uykusuzluğunu sık sık gündeme getirmeye başlar. Acaba yeme-içme şehvetinin kurbanı olarak tıka basa doldurulan böylesi bir midenin sahibi bir bedende kalbin yumuşamasını ve ruhun incelmesini beklemek ne derece doğrudur?... Bu itibarla, bize ibadeti zorlaştıran ve bizi Allah’a kul olmaktan alıkoyan bu içimizdeki düşman, hiç olmazsa bu ayda kontrol altına alınmalıdır. Bunun bir uzantısı olarak sofralarımız mütevazi, kulluğumuz ise müteali olmalıdır. İşte o zaman iftarlarımız, oruçlu müminin iki sevinçli anından bir olan “iftar anına” dönüşebilir.
Gelelim dile sahip olma meselesine... İnsanın nefsani duygularından biri de onu bazı hoşlanmadığı kimseler hakkında ileri geri konuşmaya sevk etmesidir. Bunlar o kişide var olan şeyler ise gıybet, olmayan şeyler ise bühtan ve iftira adını almaktadır. Ya da kişi ağzına geleni konuşmakta, sözlerinin yalan, çirkin veya boş şeyler olduğuna dikkat etmemektedir. İşte her hal ü kârda, kişinin diline sahip olmayarak bu saydığımız şeylerden vazgeçmemesi, onun tuttuğu orucu zedeleyip boşa çıkarabilmektedir. Bu öylesine önemli bir durumdur ki bizzat Hz.Peygamber (sav) müminleri uyarmak maksadıyla konuya vurgu yapan hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Oruçlu olduğu halde, yalan söyleyen, ona buna diliyle eziyet eden birinin, yemesini içmesini terketmesine Allah’ın hiç ihtiyacı yoktur.” Görüldüğü üzere, dile sahip olamama, oruçtan beklenen tüm manevi geliri, sıfıra indirmekte ve geriye sadece açlık ve susuzluk kalmaktadır....

Ramazan’ın bereketli anlarından biri: Sahur

Doğrusu iftarlar kadar önemsenmeyen bir başka zaman dili daha vardır, Ramazan ayında... Hem de pek çok oruç tutan kimsenin gereken önemi vermediği bir zaman dilimi.. Hiç düşündünüz mü, Hz. Peygamber (sav) neden “Sahur yemeğinin bereketinden istifade etmemizi” tavsiye buyuruyorlar? Neden, bizlere yaşadığı hayatla örnek olan bu yüce şahsiyet, yeme içmeye pek önem vermediği halde, sahura kalkıp birşeyler yememizi salık veriyorlar? Doğrusu bunu sadece midemize bir şeyler girsin de daha rahat oruç tutalım düşüncesiyle açıklamak pek isabetli olmayabilir. O halde bir başka sebebi olmalıdır. Kanaatimizce, sevgili Peygamberimiz, bizi o değerli vakitte uyanık görmek istemektedir. Çünkü sahur vakti, seher vaktidir; ve her seher vakti, Allah Teala’nın yeryüzü semasına rahmet nazarıyla bakıp ta “yok mudur rızık isteyen, rızık vereyim. Yok mudur af dileyen, affedeyim. Yok mudur şifa isteyen, şifa vereyim?” nidasıyla tüm yeryüzü mahlukatına çağrıda bulunduğu zaman dilimidir. İşte bu anlarda ertesi gün tutacağı orucu için birkaç lokma da olsa yemek üzere kalkmış olan mümin belki iki rek’atlik namazında belki de sofrasının başında el açıp da Mevla’sıyla buluşabilsin diye sevgili Peygamberimiz (sav) işte bu tavsiyeyle bizi vakitlerin en değerlisi olan seherde uyanık olmaya yönlendirmiş olmaktadır. Şurası ifade edilmelidir ki, huzur ve huşu içinde bir oruçlu gün geçirmek isteyen mümin, önce huzur ve huşu içinde geçireceği bir sahur vaktine sahip olması gerektiğini bilmelidir. Bu nedenle, gece geç saatte birşeyler yeyip sahura kalkma “zahmetine” katlanamamak, daha baştan huzursuz ve lezzetsiz bir oruç tutulacağının ve aynı hal üzere iftar edileceğinin habercisi sayılabilir.

Son on günün kadîm geleneği: İtikâf
Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicret ettikten sonraki Ramazan aylarında hiç terk etmediği bir sünneti ümmete kadim bir gelenek olarak hatıra bırakmıştı. Çünkü bu uygulama öteden beri peygamberlerin ve salih kimselerin Allah Teala’ya yakın olmak amacıyla başvurulan bir ibadetti. Kur’an-ı Kerim, Hz.İbrahim, Hz. Musa, Hz. Zekeriyya ve Hz. Meryem’in kendileri için edindikleri mescidin bir köşesine çekilerek ibadetle uzun günler geçirdiklerini haber vermektedir. Sevgili Peygamberimiz de Medine yıllarında bu uygulamayı hiçbir sene ara vermeksizin yerine getirmiştir. Nedense ülkemizde pek yaygın olarak yerine getirilmeyen bu sünnetin Ramazan’ın son on gününde, vakti müsait olan müminler tarafından ihya edilmesi gerektiğini ifade etmeliyiz. Her ne kadar, “Fıkhu-l-İ’tikâf” adıyla yayınlanan eserlere konu olan bu önmeli ibadeti, yani itikâfı burada kısaca arzetmek belki faydalı olabilir. İtikâf, kulun dünya işlerinden elini eteğini çekerek, bir mescide çekilerek evinden ve çoluk çocuğundan ayrı bir halde tüm vakitlerini ibadetle, zikirle, tefekkürle ve Kıraat-i Kur’an ile geçirdiği zaman dilimidir. Dolayısıyla itikâf Ramazan’ın son on gününü kapsayan uzun bir zaman dilimi olabileceği gibi, son on günde birkaç gün ya da birkaç saatliğine mescide kapanmakla da gerçekleşebilir. Yeter ki niyet şu şekilde yapılsın. “Allah’ım! Senin rızan için şu mescidde itikâfa girmek üzere niyet ediyorum.” Doğrusu itikâfı bir kez deneyen onu ertesi yıl uygulamaya son derece istekli olmaktadır. Çünkü gerçekte kulun sahip olduğunu zannettiği bazı şeyleri, malı, mülkü, mevkii, çoluk-çocuğu terketmek zorunda kalarak ahirete gitmenin basit bir provası gibidir itikâf... Zira mümin, itikâfa girdiği mescidde bunların hiçbirini yanına almadan gecelemek zorundadır!... Dünyalıklardan mahrum, ama her şeyin sahibi ve maliki olan “Alemlerin Rabbi”ne yakın olmaktır itikâf... Karar sizin...

Bin aydan daha hayırlı bir gece: Leyletül-Kadr
Hz. Peygamber (sav) ilk kez vahiy meleği ile karşılaştığında, Hz.Cebrail ona “Oku” emr-i ilahisini ulaştırdığında yine bir Ramazan günüydü... Allah Teala, açık ve net bir ifadeyle “Kur’an-ı Kerim’i kadir gecesinde yeryüzüne indirdiğini ve bu gecenin bin aydan daha hayırlı olduğunu, meleklerin her bir önemli işi görüşmek üzere bölük bölük indikleri bu gecenin, sabaha dek esenlik ve mutluluk bahşedeceğini” beyan buyurmaktadır. Kim istemez böylesi bir gecenin faziletinden istifade etmeyi?... Ne var ki hikmeti gereği bu gece Ramazan geceleri içinde gizlenmiş durumdadır. Konuyla ilgili bilgilerimiz, bu gecenin Ramazan’ın yirmisinden sonraki herhangi bir gecesi olabileceğini, özellikle tek sayılı gecelerde olması ihtimalinin yüksek olduğunu ve nihayet, bazı hesaplara dayanılarak bu gecenin, Ramazan’ın 27. gecesi olduğunu söylememize imkan tanımaktadır. Ama doğrusu burada söylemek istediğimiz farklı bir şey olacak, mümkünse her bir Ramazan gecesini, ya da yirmisinden sonraki her geceyi “Kadir Gecesi” imiş gibi düşünerek, inanarak ve önemseyerek geçirmeliyiz. Varsın olsun, bir parça uykusuz kalalım. Ama unutmayalım ki, belki bir sonraki Ramazan’a kavuşamayacaklar listesinde bizim de adımız vardır!...

Ve mutlu son: Bayram

Başı da ortası da sonu da rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluş müjdesi olan bu mübarek ayın gönülleri hüzne gark eden bir de gidişi vardır. Doğrusu, şartlarına riayet edilerek tutulan her bir oruç sahibi için daha dünyada iken bir sevinç kaynağı olup çıkan bir dost haline geliverir.. Ve mümin son günlerde, artık yavaş yavaş ayrılma vakti gelen bu sevgili dostun firakını düşünmeye başlar. Ama unutmamalı ki, bu sevgili dost mücessem bir şahsiyet olarak mahşer gününde Allah’a niyaz ederek der ki: “Ya Rabbi. Beni üzmeden, hırpalamadan, haklarımı görüp gözeterek kadrimi bilen bu kişiye şefaat etmek üzere izin istiyorum. Zira o, yazın sıcağında da, kışın soğuğunda da
beni tuttu ve zayi etmedi...” İşte oruç böylesi bir şefaat hakkına da sahip olan bir dosttur aynı zamanda... Dolayısıyla bir dostun firakı da zordur ve ona “elveda” demek de gerçekten zordur. Bunun içindir ki camilerde son gecelerde okunan
Elveda yâ şehr-i Ramazan elveda.. / Elveda yâ şehrel-bereketi vel-ğufran elveda...
Beyitleri, oruçla ünsiyet sağlayan ruhumuzu, gönlümüzü, kalbimizi yakar da geçer...
Ne var ki mümin için ayrı ve çok büyük bir sevinç kaynağı onu beklemektedir. Artık cehennem ateşinden azad olduğunu kendisine bildiren günlerin sonuna kavuşmuştur. Ramazanı tamamlamıştır. O halde artık bayram vaktidir. O gün artık müminlerin sevinç ve multluluk günüdür; ve bu sevinç doyasıya yaşanmalıdır. Özellikle çocuklara yaşatılmalıdır. İmkan dahilinde yeni elbiseler, sevdikleri yiyecekler onların olmalıdır artık. Çünkü anne babalarına büyük mükafât verildi, çünkü onlar topluca cehennem azabından emin kılındı...
Son söz olarak, Ramazan’ın geri kalan günlerinde, her bir sahurunuzun ve iftarınızın; son gecelerinizin ve yapabiliyorsanız eğer itikâfınızın, mükafatınızı karşılıksız verecek olan Allah Teala Hazretlerinin rızasına ve hoşnutluğuna nail olmasını gönülden diliyorum.
Bayramınız mübarek olsun efendim.

Prof. Dr. Mehmet Emin AY


bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
46873 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol