Hoşsâda-88
HOŞSÂDA
3 Ağustos 2007
19 Recep 1428 Cuma sayı: 88


BİZİM MESELEMİZ NE?
Dr. Ebubekir Sifil

“İçinden geçmekte olduğumuz çetin zaman diliminde Müslümanca düşünmek ve Müslümanca yaşamak diye bir derdi olanların en büyük meselesi nedir?” sorusunun cevabı sizce ne olmalı?
Bence bu hayatî meselenin halli, “Müslümanca dü-şünmek ve yaşamak nedir?” sorusunun doğru cevabı verilme-den mümkün değil. Müslüman olarak tefekkür ve algı dünya-mızı ve tabii buna bağlı olarak bireysel ve toplumsal hayatımı-zı hangi temel değerler üzerine inşa ettiğimiz, etmek istediği-miz, bu noktada temel belirleyicidir.
Çağın yükselen değerlerine adaptasyon, onları be-nimseme ve içselleştirme üzerine kurulu sanal bir dünyada yaşamayı tercih edenler, bir süre sonra hayatı ve olayları ken-dilerine ait olan kavramsal çerçevede algılamaktan vazgeçip, adapte oldukları dünyanın kavramlarıyla düşünmeye, algıla-maya başlıyorlar kaçınılmaz olarak. Yani “aidiyet değişimi” yaşıyorlar. “Bunları geçin kardeşim, bunların devri bitti; biraz etrafınıza bakın, dünyaya ayak uydurun” şablonu, bu noktada yaşanan dönüşümün dışa vurumunda başvurulan “işe yarar” kodlardan biridir mesela.
Sonra bir bakıyorsunuz “emr-i bil ma’ruf-nehy-i anil münker” hassasiyeti kaybolmuş; onun yerini “çoğulculuk”, “bir arada yaşama kültürü”, “herkesi kendi konum ve pozisyonun-da saygıdeğer olarak kabul etme” tavrı alıvermiş. II. Meşruti-yet’te bu topraklara Batı’dan esen rüzgâr da “hürriyet, uhuv-vet, musavat” (versus “istibdat”) kavramlarıyla bizi yüreğimiz-den yakalamamış mıydı?
Bakıyorsunuz çevresine İslâm’ın diriltici soluğuyla ışık saçan, İslâm’ın şu yaşlı ve yorgun dünyanın tek şansı olduğu-nu, ayağını yere basarak söyleyen insan gitmiş, “maruz ka-lan”, “etken değil edilgen olan”, “uyum sağlayan”, “itiraz etme-yen” insan gelmiş. İşin kötüsü, bir süre sonra bu tavır “İslâm adına olması gereken” olarak takdim ve terviç edilir hale geli-yor; gayrısı ise “miadı dolmuş”, “problem çıkaran” ve “zarar veren” olarak, dışlanmayı hak eden olarak kabul görüyor. Küresel efendilerin onayladığı/itiraz etmediği ölçüde yaşan-ması gereken bir Müslümanlık şimdi geçerli olan.
“Müslümanca düşünmek ve yaşamak nedir?” sorusu-na dönelim. “Müslümanlık”ı nasıl tarif ettiğinize bağlı olarak bu sorunun cevabı değişecektir. Küreselleşmenin “amentü”sünü benimsemiş, “çağın dışına düşmemek” gibi bir kaygıyla hare-ket eden, “kale alınma”yı ve “ayak uydurma”yı temel endişe edinmiş birisi için elbette “Müslümanlık”, temel kaynakları tarafından nasıl tarif edilmiş, daha doğrusu temel kaynakları-nın tarif biçiminin ne olduğu konusunda başından beri nasıl bir konsensüs oluşmuş olursa olsun, bunun hiçbir önemi yoktur. Onun için Müslümanlık, “mevcudu onaylayan”, “problem çı-karmayan”, bu sebeple “yararlı” bir şeydir. Böyle olduğu süre-ce onaylanmayı hak eder.
Bu dünyanın efendileri bu dünyayı istedikleri şekle soksunlar; Müslümanlık onlara bu noktada herhangi bir şey söylemez. Pardon, “elinize sağlık”tan başka bir şey söylemez! Eh, bu arada bunun bize sağlayacağı küçücük getiriler bulun-ması da eşyanın tabiatından sayılmalı değil mi?!
İtiraz edenler mi? Artık hayli “marjinal” konuma düş-müş durumdalar. Dolayısıyla sözlerini etmeye bile değmez. !!!
Tam bu noktada, “Ehl-i Sünnet ve Cemaat” tabirindeki “Cemaat”in ne ifade ettiği konusunda bu köşede bu yılın 17 ve 19 Mart tarihlerinde çıkan iki yazıyı ve İslam Ve Modern Çağ, II, 149 vd.’da yer alan yazının muhtevasını hatırlamanın za-manıdır.
Hayatı Ehl-i Sünnet ve Cemaat zemininde anlamak diye bir derdi olanlar için elbette…


MUHATABINA MAHSUSTUR

Sen ey! Yaşamak diye rüzgâr ne yana esse o yana savrulanların, hayata esir kampında merhaba diyen çocukları söz dinlemenin erdemini anlatarak büyütenlerin, iblise yaran-mak için kendi hayatını tahrif edenlerin ruhuna sinen zillet;
Dinle! Kadim hikâyesi bu ikimizin. Ki devran dönen-den beri tanırız birbirimizi…
Sen ki, Vefanın, merhametin, sevginin, fedakârlığın, hasbiliğin, harbiliğin, civanmertliğin, tevazunun, cesaretin, emanetin, istikametin ve izzetin dünyasından tard edilmişlerin,
Sen ki, Canilerin, sinsilerin, hilebazların, korkakların, ikiyüzlülerin, harislerin, hasislerin, hesapçıların, hidayeti ka-rarmışların, işbilirlerin, içten pazarlıklıların, tufeylilerin, ar da-marı çatlamışların, köle doğmuşların ve hep öyle kalmaya azm-u cezm-u kasd-u musammem eylemişlerin ve rezillerin ve zelillerin dünyasına öyle adlar yakıştıransın, kim, ürperir hicabından arz-u sema sadece gül kızarmaz, bilmezsin, kim titremez kendi elleriyle kendine put yapıp, sonra da önünde secdeye kapanandan?
Sen ki, Ne müstekbir oldun, ne mustaz’af olduğunu bildin, mustaz’aflara arka çıktın. İçinde büyüttüğün vehen ca-navarıyken, içtikçe yandığın, yandıkça içtiğin hamîm, yaşadı-ğın, sanal ve çalıntı bir hayat oldu hep. Farklı sustun, yad konuştun. Şişineceğin varidatın da olmadı, çocuklarına bıra-kacağın bir damla gözyaşın da; ne de kimseye beş paralık menfaatin dokundu. Lütufkâr gardiyanlarına hamdederek kıv-rıldığın kuytunda ısmarlama yaşadın kutsadığın korkularınla.
Sen ki, Yeryüzüne Peygamber bezdirenlerden miras kalan bukağıyla yürüdüğün yolun her kıvrımında, helak olmuş-ların iniltisini gördün, kararmış bedenleri duydun; üstüne alın-madın; eğilip kalbine kulak verme şansın olmadı. Öyledir.
Sahiden hiç işin olmadı mı Gazze’yle, Grozni’yle? Ya Kabil’den böyle ıraman kabil-i izah mıdır? Ya Bağdat? Ya Basra? Ya Busra? Ya Bursa?
Ya İstanbul? Kimin hakkına düşer yeryüzünün dürr-i yektası; kimin payındadır dünyanın payitahtı? Kimin umurun-dadır?
Ve Anadolu! Sussam içime düşer yalım ateşler, ko-nuşsam dilime… Burası büyük “ah”ların yeridir… Ya senin yerin?
Sen ki, Ne hak demeyi bıraktın, ne hakkı zayetmeyi.
Ne de hakka girmeyi hak sayanlara hak vermekten vazgeçtin.
Sözlerin Nuh’a, “Rabbena’tmis alâ emvâlihim…”,
Düşüncen Musa’ya, “Rabbi lâ tezer ale’l-ard…” dedir-tenlerin creationundan,
Giysilerin gibi, yeni tarzın gibi, bin yıllardır beraber-mişsiniz gibi…
Ve sen ki, Bedel sözcüğünü sevmeyişin, bilirim, ööözgüüür iradenle seçtiğin zincirlerdendir. Gittiğini ve götür-düğünü kurutan bir lanete, Firavun’u bile şaşırtan bir sadakat-le tutkunken beni anlamanı beklemiyorum.
Unutma ki, “Ve yemkurûne ve yemkurullâh…”
Ve bil ki, söylenmemiş sözün kalmadığı zamanın bu son kertesinde sen ağladığında benden, ben güldüğümde senden gayrı paylaşan olmayacak. Bu yüzden seni sevmiyo-rum demiyorum; bizi birbirimize yazan var.
Bu yüzden kırgın da değilim sana, kızgın da. Sadece mahzunum senin adına… Dr. Ebubekir Sifil

ÜÇ AYLAR;
İlahi İkram Günleri

Receb-i Şerîf girdiği zaman Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Ey Rabbim! Bize Receb'i ve Şa'ban'ı mübarek kıl ve bizi Ramazan'a ulaştır" (İbn Hanbel, Müsned, 1/259.) diye duâ eder-lerdi. Biz de aynı şekilde çokça dua edelim.
Ayrıca Receb ayının birinden itibaren Ramazan-ı Şerif sonuna kadar her gün biner adet kelime-i tevhid okumalıdır. (M. Sami Ramazanoğlu Hazretleri, Dualar ve Zikirler, www.dualar-zikirler.com)
Bu mübarek günlerde oruç tutmaya gayret gösterelim. Resûl-i Kibriya (sav) Efendimiz Hazretleri de bu aylarda tutu-lan oruçların faziletinden sık sık bahsetmişler ve kendileri de bu aylarda daha fazla oruç tutmuşlardır.

Güzel bir Söz…

- “Cemaatle namaz kılmak, gece ibadet etmek ve sa-dık dostlarla bir araya gelmek olmasa, bu dünyada yaşamak-tan zevk almazdık." buyurur, hakikat ehli.” Alemdar


  Hoşsâdalar  

bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
46879 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol