Hoşsâda-85
HOŞSÂDA
13 Temmuz 2007 Cuma sayı: 85

TEBÜK GAZVESİ
Mal ve Nefis’le Cihadın Zirvesi

Medine ile Şam arasında ticaret için gidip gelen müslümanlara Enbat'tan bir haber ulaştı. Buna göre Rumlar kendi liderlikleri altında çok kalabalık bir ordu derlemişler. Öncü birlikleri de Bulka topraklarına varmış bile.
Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) hemen çıkış emri verdi.
Rum ordusu, kırk bin savaşçıdan oluşmaktaydı.

Zorluk Ordusu…

Olay, Hicretin dokuzuncu yılı Receb ayı içinde oldu. Mevsim yazdı. Sıcak çok şiddetliydi. Halk maişetini te'min gayretindeydi. Bu günler Medine'nin mahsûl dönemiydi. Güzel de mahsûl vardı.
Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsur-ları bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu yüzden seferin rastladığı zamana Kur'an-ı Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur'an dilinden alına-rak "Gazvetü'l usre (zorluk gazâsı)" adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da "Ceyşü'l-usre (Güçlük ordusu)" denilmiştir (bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı, Ankara 1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkıdî, Meğâzî, III, 991).
Hz. Peygamber (as) savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, ürünün hasat za-manı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa istek-sizlik vardı. Ashab-ı kiramın ağır davranması dikkati çekmişti. Bu yüzden Allah'u Teâlâ müminleri şöyle uyardı:
"Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda ci-hada çıkın, denildiğinde, bazılarınız ağırdan alarak, bulundu-ğunuz yerden kımıldamak istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti bırakıp, sadeœ dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dün-ya hayatının geçici zevki, ahiret saadeti yanında pek az ve değersizdir" (et-Tevbe, 9/38). Devamı ayetlerde, eğer bu cihata çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karşılaşacakları, bunun zararının Allah'a değil kendilerine olacağı, Allah'ın Resulune yardım etmeseler bile, Allah'ın O'na yardım edeceğini, nitekim Mekke'den hicret ederken de Resulullah'a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına; "üzülme, Allah bizimle beraber-dir" diyordu, böylece Allah'ın Resulune emniyet ve güven ver-diği, şimdi de aynı yardımı yapabileceğini bildirdi (et-Tevbe, 9/39, 40).
İslâm toplumu şu ayetle topluca ve herşeyleriyle ciha-da çağrıldı: "Ey müminler! Güçlünüz zayıfınız hep birlikte sa-vaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır" (et-Tevbe, 9/41).

Kâab bin Mâ¬lik der ki: Resûlullah hiçbir gazaya git-memiştir ki; onu gizli tutmasın. Bu sefer ise çok sıcak bir mev-simde, uzak, çetin bir sefere ve kalaba¬lık düşmana karşı gidi-yordu. Onun için müslümanlara, savaş ha¬zırlıklarım son dere-ce tam yapmalarını açıkladı…
Münafıklar: Bu sıcakta sefere çıkılır mı?
Bu durumda, bu gazve için çıkılacak sefer nefislere ağır gel¬mişti. Bu seferde çok çetin bir çile ve imtihan gözükü-yordu. Müna¬fıklar da fırsat bulup orada burada fitnelerini orta-ya vurduğu gibi, imanın sadakati de ashabın göğsünde dalga-lanıyordu.
Münafıklar birbirine: «Bu sıcakta çıkılır mı?» diyordu. Bir baş¬kası bakıyorsun, Resûlullah (s.a.v.)'a gelip, “bana izin ver, beni ağır imtihana tâbi tutma. Herkes bilir ki kadınlara benden fazla düş¬kün kimse yoktur. Korkuyorum, Rumların sarışın güzellerini gö¬rürsem, hiç sabredemem”, diyordu…. Ab¬dullah İbn Übey İbn Selûl de Medine yakınında dostlarıyla birlikte or¬dugâh kurmuştu. Ne var ki, Resûlullah hareket etti-ğinde onlar ora¬da kaldı.
Bu hâli belirten âyet-i kerîmede şöyle beyan buyuruluyor:
«Geride kalanlar, olduğu yerde oturmalarından mem-nundular. Allah yolunda nefis ve mal ile cihadı hoş görmediler. Onlar dedi ki, bu sıcakta savaşa mı gidilir? Kavrayabilesiniz ki; ce¬hennem ateşi çok daha sıcaktır» dedi. Öbür âyette : «Bana izin ver, beni fitneye itme, diyor. Halbuki onlar fitnenin çukuru-na düştüler. Çünkü cehennem kâfirleri tümüyle kuşatıcıdır.» meâliyle açıklar durumu. (et-Tevbe, 9/81, 82; ayrıca bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 90, 93-96).

Mallar ve Canlar Allah yolunda…

Hz. Peygamber (as) her gün minberine oturur ve "Allahım! Sen şu bir avuç müslümanın yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde sana ibadet olunmaz" diyerek yal-varır ve müminleri mallarıyla ve canlarıyla cihada teşvik eder-di.
Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardım getirmeye başladılar. Birçoğu bunun üzerine, malım, âdeta bütünüyle bağışladı; Hz. Osman ise bütün teçhizatıyla devesi-ni Resûlullah'a teslim edip, bin dinar da nakit para bağışladı. Bunun üzerine Resûlullah: «Bundan sonra Osman'ın yapaca-ğı hiçbir şey zarar vermez.]» buyurdu.
Hz. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirdi. Ömer (r.a.) ise malının yarısını bağışlamıştı. Ömer İbn Hattâb (ra) demiş-tir ki; «Resûlullah bize sadaka emretti. Benim de elimde mal bulunduğu güne rastla¬mıştı. Şimdi Ebû Bekir'i geçebilirim diye düşündüm; eğer bir gün onu geçmem mukadderse!.. Ve ma-lımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.v.) : «Ev halkına ne bıraktın?» dedi. Ben de, bu kadar da geri kaldı dedim. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirmiş. Resûlullah ona da sordu: «Ebû Bekir, ehline ne bıraktın?» deyince; «Allah ve Resu-lü’nü» diye cevab verdi, işte o zaman anladım ki; Ebû Bekir'i hiçbir sahada ve asla geçemiyeceğim… »
Yine bir ağlayıcılar diye adlandırılan taife gelmişti, o gün Resûlullaha. O'ndan savaşa gidebilmek için binek hayva-nı istediler. O da şöyle cevab verdi: “Sizi bindirecek şey bula-mam. Bunlar, gözü yaşlı geri döndüler. Çünkü kendilerinin de binek alma güçleri yok¬tu. Gazaya gitme imkânları kalmamıştı.” (et-Tevbe, 9/92).
Resülullah (s.a.v.) otuz bine varan bir müslüman or-dusuyla yo¬la çıktı.

Hissedebilmek…

Kendilerinden şübhe edilmeyecek bir takım insanlar da geride kalmıştı. Bunlar arasında, Kâab bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye, Merûre bin Rebiî ve Ebû Hayseme vardı. Bu kişiler dürüst kimselerdi, İslâmın’dan şübhe edilmezdi. Hattâ Ebû Hayseme sonradan yola çıkıp Tebük'te Resülullah'a yetişmişti bile...
Ebû Hayse¬me de, Resülullah (s.a.v.) birkaç günlük yol aldığı halde, geriye dönmüş; sıcak bir günde evine varmıştı ki karısını kendi bostanındaki çardakları altında buldu. Soğuk su ve sofra hazırladılar ona. Oraya girince, çardağın kapı¬sına dikilip, yapılan hazırlığa baktı; bir de kadınlarına şöyle konuş-tu: «- Resûlullah güneş altında fırtınada ve sıcakta iken, Ebû Hayseme serin gölgede, hazır yemek ve güzel kanlarıyla ma-lının başında bulunuyor, yakışır mı? Vallahi bu insa¬fa sığ-maz». Ve devam etti: «Vallahi ben hiçbirinizin çardağına gir¬mem. Dönüp Resülullah'a yetişmem lâzım» Bunun üzerine hemen azık hazırladılar. Hemen bineğini tepip yürüdü ve Resûlullah (s.a. v.)'a ulaşmak için yola koyuldu…
Ebu Hayseme, devesini çökertip Resûlullah (s.a.v.)'a doğru yaklaştı. Aleyhissalâtü vesselam ise: «îyi ettin yoksa mahvolmuştun, Ebû Hayse¬me!» dedi. Sonra da serencamını Resülullah'a anlattı ve O da ona hayır dualarda bulundu. Yâni bu seferde bütün müslümanlar son derece meşakkat ve büyük yorgunluğa katlanmışlardı.

Bereket için Dua…

Ebû Hüreyre diyor ki: Tebük seferinde Müslüman halk müthiş aç kalmıştı. Bazıları Resûlul¬lah (s.a.v.)'a gelerek, bize izin verirsen su taşıdığımız bineklerimizi kesip etlerini yer, yağlarını da eritiriz diye arzda bulundular: O da, «Yapabilirsi-niz» buyurdu. Fakat bu anda Hz. Ömer (r.a.) yetişti: «Yâ Resûlâllah, eğer bunu yaparlarsa binek hayvanı kalmaz» de¬di. “Sen onları toplayıp da rızık için duâ etsen. Olur ki, Cenâb-ı Hak onlara genişlik verir...» diye teklifte bulundu. O (s.a.v.) da halkı çağırdı. Bir de sergi istedi. Onlar ellerinde ne varsa geti-rip sergi üstüne koydular. Kimi bir avuç darı, kimi un, kimisi de ya¬nında kalan ekmek kırıntıları... Ne bulduysa getirip cins cins bi¬riktirdiler. Sonra duâ buyurdu Resûlullah. Ardından da onla-ra: «Şimdi herkes kabını getirip, ondan ihtiyacı olduğu kadar alsın», buyurdu. Ordugâhta, doldurulmadık hiçbir kab kalmadı. Herkes de yedi ve doydu. Yine de yaygı üzerinde baştaki ka-dar yiyecek var¬dı. Resûlullah bu hal karşısında: «Ben Allah'-tan başka ilâh bulun¬madığına, benim de O'nun Resulü oldu-ğuma şehadet ederim. Yine: “Bu iki şehadeti can ü gönülden söyleyip kendisine yöneleni Allah'¬ın cehennem ateşinden koruyacağına kesinlikle şehadet ederim.” bu¬yurdu.
Tebük'e varınca, burada bir hazırlık, ya da savaşla karşılaşma¬dılar. Daha önce toplanıp savaşa geldiği söylenen-ler dağılmış, sır ol¬muşlardı. Oradayken Eyle Meliki Yuhanna ona geldi. Ve Resûlullah (s.a.v.)'a cizye vermek üzere barış yaptı. Ehl-i Cerbâ da geldi. Erzûh halkı da gelip anlaşma yap-tılar. Cizye vermeyi kabullendiler. Resû¬lullah da, yazılı olarak onlara emân verdi.
Daha sonra ordu hareket edip, Hicr (yâni Semûd kavminin ül¬kesi)'ne vardı. Resûlullah (s.a.v.) ashabına: “Kendi kendilerine zulm edenlerin evlerine girmeyin ki, onlara olan sizin de başınıza gelebi¬lir; halinize ağlarsınız”, dedi ve başını çevirdi, hızla yürütüp vadiden kısa zamanda geçirdi ordusunu.
Resûlullah o senenin Ramazan ayında Medine'ye dönmüştü. Yâ¬ni sefer iki aya yakın sürmüş oldu. [133]

Geriye Kalanlar Mes'elesi:

Resûlullah Medine'ye varınca, doğru mescide girdi. İki rek'at namaz kıldı. Ve mescidde oturdu, başladı arkada kalan-lar gelip özür beyân etmeye. Hallerini anlatıp yemin ve kasem-le, kasden geri kalmadıklarına inandırmaya çalışıyorlardı. Sefere katılmayan kim¬seler seksen kadardı. Resûlullah bazı-larının ifadelerini ve özürlerini mâkul gördü ve onlar nâmına istiğfarda bulundu. Ancak Kâab bin Mâlik ile iki arkadaşının durumu ise, haklarında âyet nazil olup, tevbelerinin kabul edil-diği belirtilinceye kadar te'hir edildi.

Nitekim Kâab bin Mâlik kendi macerasını -bu konuda Buhârî ve Müslim'in naklettiği uzunca bir hadis ile- şöyle anlat-tı: “Ben çok iyi biliyordum kendimi ki bu gazveye kadar hiç bu derece hazır ve güçlü olmamıştım. Hz. Peygamber bu gaza için hazırlanmaya başladılar. Ben de onlarla birlikte yol hazır-lığını görmek üzere sabahleyin evden çıkıp dolaşır, hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazır-lanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti. Sonunda Resulullah ve ashabı birden yola çıkıverdiler. Arkadan yetişmek düşündümse de onu da başaramadım. Keşke öyle yapsaydım. Artık Resûlullah (s.a.v.) yo¬la çıktıktan sonra ben halk arasında dolaşıyordum ama münafık¬lardan ve bir de gerçek özürlü kişilerden başkası yoktu. Bu durum da beni çok üzüyordu.
Resûlullah'ın dönmekte olduğunu işitince ise esas üzüntüm başladı. Başladım bir yalan uydurma düşüncesi¬ne. Onun beni azarlamasından beni kurtaracak bir çâre arıyor-dum. Bütün ev halkımla da müşavere edip, akıl aldım. Ama onun şehre ulaştığını işitince artık (çâre de bitmiş) telâşım da son bulmuştu. Ona herşeyi dosdoğru söylemeyi kararlaştırıp huzuruna vardım. Fakat, selâm verince, selâmımı acı bir te-bessümle aldı. Ve «yaklaş» dedi. Önüne varıp oturdum, şöyle sordu: «Neden geriye kaldın? Sen Akabe'de böyle bir vazifeyi omuzlamaya söz vermemiş miy¬din?» «Evet, dedim, vallahi ben senden başka kimin önüne otursam, dünya insanlarından herkesi kandırabilecek söz bulur ve mazere¬timi kabul ettirebi-lirdim. Çünkü Allah bana güçlü bir mantık bah¬setmiştir. Fakat muhakkak biliyorum ki; bugün sana yalan söyle¬sem, seni ikna etsem yarın Allah beni yalanlar ve hilemi ortaya çı¬karır. Ama sana doğruyu söylersem umarım ki; Allah beni sıdkımdan ötürü mağfiret eder. Vallahi benim herhangi bir özrüm yoktu. Ve esasen senden geri kaldığım şu gazada sahip olduğum imkân ve güce başka hiçbir zaman da ulaşamamışımdır». Resûlullah bu¬nun üzerine: «îşte bu doğru sözdür. Kalk git ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükmü bekle», buyurdu.
Kalktım, fakat yolda, Benî Seleme'den birtakım insan-lar rastladı. Beni zorlamaya (yâni öbür¬leri gibi mazeret uydur-mak için) iknaya çalıştılar. Onlara dedim ki, benim halime başka düşen var mı? Evet dediler, iki kişi daha var. Onlar da senin gibi doğruyu söylediler, sana verilen cevabı al¬dılar... Kim onlar? dedim.-Dediler ki: Merâre bin Rebi ile Hilâl bin Umeyye... Bu iki zâtın bende güzel hâtırası vardı. Bedir'de bulunmuş sâlih kişilerdi.
Ve Resûlullah (s.a.v.), müslümanları bizimle yâni bu üç kişi ile; gazadan geri kaldığımızdan ötürü, konuşmaktan men etti. Halk biz¬den yüz çevirdi, münâsebeti kesti. Öyle ki: Yeryüzü bana dar gel¬mişti. Elli gün elli gece tanıdığım dünya-dan başkasındaydım. Öbür iki arkadaşım da evlerine kapan-mış ağlıyorlardı. Ama ben halk arasına giriyor dolaşıyordum. Çünkü ben onlar arasında en genci ve güçlüsüydüm. Mescide çıkar, müslümanlarla namaz kılar, çarşı pazar dolaşırdım. Ama kimse konuşmazdı benimle. Resûlullah'a ge¬lir selâm verirdim; «Namazdan sonra mecliste oturduğu halde aca¬ba dudakları kıpırdıyor mu, benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?» diye düşünürdüm kendi kendime. Yanında namaz kılar, göz ucuyla hep onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakar, namazdan ay¬rılıp kendisine bakınca yüzünü çevirirdi.
Bir gün Medine çarşısında gezerken, Şam tarafında Naptîlerden biri rastladı. Medine'ye yiyecek maddeleri satma-ya gelmişti. Bak¬tım, Kâab İbn Mâlik'i bana gösterir misiniz, diye soruyor. Halk be¬ni göstermeye başladı. O da bana yakla-şıp bir mektup uzattı. Gassan Meliki'nden geliyordu. Bir de açtım mektubu, şunları yazıyor: *îmdi öğrendiğimize göre sahibin sana eziyet ediyormuş. Halbuki Al¬lah seni cehennem-lik ve işkencelik yaratmadı... O halde gel bize sana yardım ederiz. Bunu okur okumaz, «îşte bir belâ da bu dedim», ve karar verdim, götürüp mektubu tandırda yaktım.
Bu elli günlük çilenin kırk günü geçmişti ki, bir haber geldi. Resûlullah (s.a.v.) emrediyor, hanımından ayrı kalacak-sın... Peki boşayayım mı, ne yapayım dedim. Hayır dediler, sadece beraber yatmıyacaksın. Meselâ, babasının evine gön-derebilirsin. Karıma hadi git babanın evine dedim. Ta Allah benim hakkımdaki hükmünü indi¬rip bildirinceye kadar.
Bundan sonra on gün daha bekledim. Artık elli gün olmuştu. Re¬sûlullah bizi başkalarıyla konuşmaktan men edeli ellinci gün saba¬hıydı, namazı kılmış, evin damında üzüntü içinde oturuyordum. Tam da Cenâb-ı Hakk'ın tarif ettiği halde -Nefsime dünya karanlık, yeryüzü dar geliyordu». Bir de Sal' dağının üzerinden yüksek bir ses geldi: «Müjdeler sana Kâab bin Mâlik» diye haykırıyordu. Secdeye kapandım. Anlamıştım, artık berâtımın geldiğini.
Evet, sabah na¬mazını müteakip Resûlullah bizim tevbemizin indallah kabul edildiğini açıklamıştı. Halk başladı bizi tebrike gelmeye. Arkadaşları¬ma da koşanlar vardı... Beni müjdeleyen sesin sahibi gelince hemen elbiselerimi çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o an baş¬ka bir elbisem de yoktu. Onun için birinden emânet alıp giydim. Ve hemen Resûlullah'a gittim. Halk bölük bölük beni karşılıyor, tevbemin kabulünden ötürü beni tebrik ediyorlardı.
Mescide girdim. Resûlullah, çevresinde cemaatıyla oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalkıp bana koştu, elimi tutup tebrik etti. Kâab devam ediyor: Re¬sûlullah (s.a.v.)'a se-lâm verdiğimde, yüzünde memnuniyet parıldayarak: «Seni tebrik ederim. Anadan doğduğundan bu yana en hayır¬lı gü-nündesin» buyurdu. Ben, yâ Resûlâllah, bu af sizin tarafınız-dan mı, Allah tarafından mı? diye sordum. O da: «Hayır, biz-zat Allah tarafından...» buyurdu. Ben bu sefer heyecandan: «Ben tevbemin kabulü sebebiyle Allah ve Resulü uğruna bü-tün malımı dağıtaca¬ğım» dedim. Fakat Resûlullah (s.a.v.): «Yok, bir kısım malın sana kalsın, daha iyi olur »buyurdu. Ben de: «Yâ Resûlâllah, beni Allah doğ¬ruluğumla kurtardı. Bundan böyle de artık, doğruluktan asla ay¬rılmayacağım dedim. Allah Resulü de: «Allah, peygamberini, Mu¬hacir ve Ensâr'dan ötürü afvettiği gibi...» diye başlayıp: «O halde doğrularla beraber bulun»'a kadar olan âyetleri okudu.

Ne Büyük İmtihan…

Cenâb-ı Hakk'ın, Kâab'ı imtihanı öyle bir imtihan ki, insan mü'minin bu iman derecesini, Al¬lah'a bağlılığını tasarla-yamadığı gibi, nerdeyse, Azîz ve Celil olan Mevlâ'nın bu dere-ce imtihanını caiz görmüyor hâşâ!.. Görüldü ki, Gassan meliki, ona övücü ve büyütücü bir mektup göndermiş, onu, kendisin-den yüz çevirerek bu derece ezaya sevkeden müslüman ce¬maatı terketmeye da'vet etmişti. Kendi ülkesine gitmesini de tavsiye etmişti. Kendisine orada ikram olunacağına söz ver-mişti.
Bu ise Kâab'a en büyük belâ idi. Çok daha ağır imti-handı... Ama bu imtihan da onun İman gücünü ve Mevlâsı’na olan sevgi ve bağlılığını isbata yaramıştı. Ne ayakları kaymış, ne de zelil olmuş¬tu. Bugün Kâab'ın önüne sunulanlar bir kim-senin önüne konsa, onun denendiğinden tek biri ile denense!.. Ama hepsi geçti de o, bütün iman ve İslâm'ını tehdid edenlerin hiçbirisine iltifat etmedi, çilenin altında ezilmedi...

Mescid-i Dırâr Olayı:

Hz. Peygamber aleyhisselam, Tebük'e giderken Me-dine'ye bir saat uzaklıktaki Ziyevan köyüne geldiğinde münâ-fıklardan bir heyet gelerek: "Ey Allah'ın Resulu! Biz hastalar ve Kuba mescidine gelemeyenler için özellikle yağmurlu gece-lerde namaz kılmak üzere bir mescid bina ettik. Teşrif edip burada namaz kıldırsanız, hayır ve bereketle dua buyursanız" dediler. Hz. Peygamber bunun dönüşte olabileceğini söyle-mişlerdi. Bunun üzerine Tebük dönüşü bu sözü Allah elçisine hatırlatıp yeni yapılan mescide gelmesini rica ettiler.
Bu mescid Ebû Âmir Fâsık adlı bozguncu münafık ve fasığın teşviki ile münafıklarca Kuba Mescidinin cemaatını bölmek niyetiyle yapılmış ve Hz. Peygamber'e suikast düzen-lemek üzere içi silâhla doldurulmuştu. Hz. Peygamber bu mescide gitmeye hazırlanırken Cebrail (a.s) gelerek durumu haber verdi.
Kur'an-ı Kerîm'de bu mescidden şöyle söz edilir:
“Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını ayır-mak ve daha önce Allah ve Resulu’ne karşı savaşanlara gö-zetleme yeri hazırlamak üzere bir mescid yapanlar; "Biz sade-ce iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler. Allah da şahit-tir ki bunlar yalancıdırlar" (et-Tevbe, 9/107).
"Ey Muhammed! Bu mescidde asla namaz kılma. Şüphesiz ki, başlangıcından itibaren takva üzere kurulan mescidde (Kuba mescidi) namaz kılman daha hayırlıdır. O mescidde kendilerini maddî ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever" (et-Tevbe, 9/108; bk. 109, 110).
Bunun üzerine Hz. Peygamber ashab-ı kiramdan Mâ-lik b. Dehsan ile Ma'n b. Adiyy (r. anhümâ)'yi Mescid-i Dırar'ı yıkmak üzere gönderdi. Bu sahabeler mescidi yakıp yıktılar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir mescid ortadan kaldı-rılmış oldu (bk. İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, III, 71; İbn Sa'd, Tabakât, III, 540 vd; İbn Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169)


VESVESE GİRDİ NEFİSLERİNE

Vesvese girdi nefislerine
Tembellik çöktü bedenlerine
Kaldılar geri Tebuk yolundan
Sanki tuttu biri kollarından.

Biliyorlardı onlar Allah'ı
Tanıyorlardı Resülullah'ı

Ama bir kere zorluk ordusu
Çoktan aşıp gitti çöl yolunu.
Geldiklerinde çocuklar vardı
Kadınlar vardı yaşlılar vardı
Allah düşmanlarını gördükçe
Hüzünle dolup kahrolurlardı.

Akabe'de yürekten söz veren
Ka'b bin Malik'i bir hüzün sardı
Ve Mürare'nin bitti sözleri
Doldu Hilal'in yaşlı gözleri.

Zorluğu sıcağı kızgın çölü
Ezip geçenleri düşündüler
Mıhlanıp kaldılar Medine'de
Dağ gibi çile bekler ilerde.


  Hoşsâdalar  

bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
46886 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol