Hoşsâda-60
HOŞSÂDA
12 Ocak 2007……sayı: 60

MEKKE'NİN FETHİ

Fethin Sebebi:
Mekke’nin Fethi, Hicret-i Nebeviyye (s.a.v.)'nin seki-zinci yılı, Rama¬zan ayı içinde gerçekleşti. Huzaalılar, Kureyş müşriklerinin haince bir saldırısına uğradı. Bir gecede yirmi ölü vermişlerdi... Bunun üzerine Huzâalı Amr bin Salim kırk kişilik süvariyle yola çıkıp, Resûlullah'a geldi. Durumu haber verdi. Uğradıkları felâketi anlattı. (Huzaa, Hudeybiye’de Müslüman-ların tarafında idiler.)
Bu kişinin (şiirle) anlattığı durumu dinledikten sonra Resûlullah (s.a.v.) ridâsını toplayarak kalktı ve “Benî Kâab'a (yâni Huzâalılara) yardım etmezsem, yardımsız kalayım... Kendime ve yakın¬larıma yardım eder gibi hem de...” Ve de-vam etti. “Şu bulutun yağ¬dırdığı gibi yardım edeceğim!...” (İbn Sa’d, İbn İshak)
Ebu Süfyan’ın arabuluculuk girişimi:
Kureyş hemen de yaptıklarının yanlışlığını kavradı. Ebû Süfyân bin Harb'i, Resûlullah (s.a.v.)'a anlaşmayı yenile-mesi ve müd¬detini uzatması için gönderdiler. Ebû Süfyân, Resûlullah'a gelip du¬rumu anlattı ise de ondan bir cevap ala-madı ve iltifat göremedi… Bunun üzerine Ebû Süfyân pişman ve yenik halde Mekke'ye eli boş döndü.
Öte yanda ise Resûlullah (s.a.v.) hazırlığa koyuldu. Ama mes'ele gizli tutuluyordu. Ve şöyle duâ ediyordu: “Yâ Rab, beni, Kureyş'in gözünden sakla, gözlerini kör et. Bizi, iş olup bittikten sonra görsünler ancak!...” (İbn Sa’d, İbn İshak)
“Ey İnananlar, Benim Ve Sizin Düşmanınız Olan Kim-seleri Asla Dost Edinmeyin.”
Resûlullah ordugâh kurunca da, Hâtıb İbn Belta'a ‘müslümanların saldırısına karşı uyanık olsunlar’ diye Kureyş'deki akrabaları¬na bir mektup yazmıştı.
Hz. Ali (r.a.) der ki; Resûlullah beni, Mikdat ve Zübeyr'i gön¬derdi. Bize gidip «Hah» bahçesi denen yerde bir kadının elindeki mektubu almamızı emretti. Hz. Ali diyor ki: Atlarımızla sür'atlice gittik, o bahçeye vardık. Gerçekten bir kadın var. Biz mektubu çı¬kar deyince, inkâr etti. Mektup yok, dedi. Çıkar mektubu, yoksa el¬biseni soyup arayacağız deyin-ce, saç örgülerinin arasından çıkar¬dı. Mektubu Resûlullah (s.a.v.)'a getirdik. Bir de baktık ki; Hâtıb bin Belta'a, Resûlullah'ın hazırlıklarını Mekke müşriklerine, Kureyşlilere bildiriyor...
Resûlullah (s.a.v.): «Bu ne oluyor Hâtıb?» deyince Hâtıb:
-Yâ Resûlâllah (s.a.v.)! Beni cezalandırmada acele etme, an¬latayım :
Ben Kureyş asıllı değil, onlara sonradan katılmış, yâni kölelik¬ten gelme mevalidenim. Halbuki, sizin çevrenizdeki öbür muhacir¬lerin herbirinin Kureyş arasında akrabaları var. Orada ailesi v.s. bulunanları o akrabaları hep himaye eder, mallarını korur. Benim ise orada bir yakınım yok ki, orada bulunan ev halkımı korusun. Bunu yapmakla, onlar nezdinde, yakınlarımı korumaları için bir ih¬tar yapmış olacağımı umdum. Yoksa ben bunu yapmakla hâşâ di¬nimden dönmüş değilim. İslâm'dan sonra da asla küfre rıza göster¬mem.
Resûlullah bunun üzerine yanındakilere; doğru söyle-di, buyur¬du. Ömer (r.a.) söze katılıp; yâ Resûlâllah, bırak da şu münafıkın boy¬nunu vurayım, diye çıkışınca:
-“O Bedir'de bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah (cc) Bedir mücâhidlerini tamamen serbest bırakmış; sizi tamamen afvettim, istediğinizi yapın demiştir?” buyurdu. Ve bu hâdise üzerine Cenâb-ı Hak şu âyetleri inzal buyurdu: “Ey inananlar, benim ve sizin düşmanınız olan kimseleri asla dost edinmeyin. Onlara sempati bes¬lemeyin, yardım etmeyin. Hal-buki onlar, size gelen Hak nizamımı reddediyor...” Buradan ta: “O normal yolu bırakıp sapık yola girmiş olur...” kısmına kadar. (hadis Müttefekun aleyh) (Mümtehine 1-9)

Fetih Ordusu Yola Çıkıyor

Resûlullah (bu sefer esnasında) Kelsum bin Huseyn'i Medine'ye vekil bıraktı. Ve Ramazan'ın onuncu Çarşamba günü ikindiden son¬ra hareket ettiler. Resûlullah (s.a.v.) çevre kabilelerine de gözcü ve elçiler çıkardı. Elsem oğulları, Gıfâr oğulları, Müzeyne oğulları, Cüheyneliler ve ötekilere. Hepsi de Zahran'da buluştu. Burası Mekke -Medine arasında bir yer. Müslümanların sayısı on bini buluyordu.
Henüz Kureyş'in hiçbir şeyden haberi yoktu. Ancak, Ebû Süfyân’ın Medine'den yenik dönmesinden ötürü bir sürp-rizle karşılaşa¬caklarını umuyorlardı. Bu yüzden de, Ebû Süfyân, Hakîm bin Hızâm ve Bedii bin Varaka'yı Resûlullah (s.a.v.)'dan haber toplamak üzere göndermişlerdi. Bu hey’et, Merrizzahran'a varınca, muazzam bir ateş gördüler. Onlar aralarında bu (dağı taşı dolduran) ateşin ne olduğunu tartışa dursun; Resûlullah'ın ileri gözcüleri onları yakaladı¬lar. Resûlullah (s.a.v.)’ın huzuruna çıkardılar. Ebû Süfyân orada müslüman oldu. (Buhari)

Ebu Süfyan Müslüman Oluyor

İbn İshâk, Abbas (r.a.) 'dan Ebû Süfyân'ın İslâm'a giri-şini şöyle anlatıyor: Sabah olunca, onu alıp Resûlullah'a getir¬dim. Resûlullah (s.a.v.) onu görünce – “Yazık sana, Allah'tan başka ilâhın olmadığını anlaman için zaman gelmedi mi?” buyurdu. O da: - “Vallahi galiba öyle. Çünkü Ondan başka ilâh bulunsa beni birta¬kım zararlardan korur, fayda verirdi” dedi. Resûlullah yine: - “Ya¬zık sana Ebû Süfyân, hâlâ benim Allah elçisi olduğumu kavrayamadın mı?...” buyurdu. O da şöyle cevab verdi: - “Anam, babam sana feda olsun, senden daha merhametli, güzel huylu ve akrabasını gö¬zeten birini tanıma-dım. Ama ne var ki, benim içimde hâlâ ufak da olsa bir tereddüd var...”
Bunun üzerine Abbas ona çıkıştı: Yazık be, müslüman ol, şehâdet getir de “Allah'tan başka ilâh olmadığı-nı, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu”, başın vurulma-dan önce söyle!.. Denir ki, o an gerçekten şehâdet getirip müslüman oldu.
“Mekkeliler’den kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa, kim kendi evine kapanırsa,
kim Kabe’ye sığınırsa emniyette ola¬cak.”
Yine Abbas (r.a.) der ki: Dedim, yâ Resûlâllah, Ebû Süfyân övünç ve¬ren şeyleri sever, ona bir iltifatta bulun. O da: “Tabiî, dedi, o hal¬de Mekkelilerden kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyette ola¬cak. Yine kim evine kapanır oturursa, kim Kabe'ye sığınırsa emni¬yettedir...”
Daha sonra, Resûlullah Mekke'ye doğru harekete başlarken Hz. Abbas (r.a.)'a dedi ki, “Ebû Süfyân'ı götür ana geçidin ağzında durdur. Allah'ın ordusu önünden geçerken seyretsin.” Abbas (r.a.) der ki: Aldım onu, götürüp vadinin dar boğazında durdurdum. Tam Resûlullah'ın dediği gibi. Ve kabi-leler bölük bölük bayraklarını çe¬kip geçmeye başladılar. Her kabile geçince; yâ Abbas bunlar kim? diye soruyor, ben de, meselâ bu Süleym oğullarıdır diye cevap ve¬riyorum. Bu sefer o; Süleymlilerle aramda mes'elemiz yok, diyor...
Böyle geçiş devam etti. Nihayet Resûlullah (s.a.v.) başlarında olduğu halde Ensâr ve Muhacirlerden oluşan bir alay geliyor. Âde¬ta baştan ayağa demirle donanmışlar gibi. Ebû Süfyan: «Sübhânallah ey Abbas, kim bunlar?» diyordu. Ben de, işte Resûlullah, Mu¬hacir ve Ensâr arasında değil mi? “- O da, bu güce kimsenin karşı dur¬ma ihtimali yoktur. Ey Ebâ Fadl (Hz. Abbas'ın lâkabı), yeğenin çok büyük melik olmuş..” deyince, onu uyarıyordum; “hey Ebâ Süfyân, bu meliklik değil nübüvvettir” diye. Ve hemen Ebû Süfyan dü¬zeltiyor: “Evet, tabii öyle...” (İbn Sa’d,…)
Daha sonra Abbas (r.a.) diyor ki, “haydi, kavmini kur-tar..” Ve Ebû Süfyân konuşuyor. Resûlullah oraya ulaşmadan Mekke'ye girip son se¬siyle bağırıyor: “Hey Kureyşliler, işte gelen Muhammed'dir. Öyle bir güçle geliyor ki karşı koymaya imkânımız yok... Bu durumda, kim Ebû Süfyân'ın evine sığı-nırsa emniyette ola¬cak.”
Fakat karısı Hind onu karşılıyor, onu sakalından tutup; “şu kocamış alçak bunak herifi öldürün”, diyordu.. Ebû Süfyan ise yine onları uyarıyor: “Aman, hisleriniz sizi aldatmasın, sa-kın. O öyle bir güçle geliyor ki, asla karşı duramazsınız. Çıkar yol, Ebû Süfyân'ın evine sığınıp emniyete ermektir.” “Allah kahretsin seni” diyorlar, “senin evinde ne var ki bizi kur¬tarsın?...” O bu sefer de, “kim evine kapanır oturursa yine emin olur. Kim Beyt'e sığınırsa emniyette olur.” Bunun üzerine halk dağılıyor. Kimi evlerine, kimi Mescid-i Haram'a gidiyor. (İbn İshak)

Rahmet Ordusu Mekke’de

Ordunun boğazı geçmesi esnasında, Sa'd Ibn Ubâde'nin, Ebû Sûfyân'a; “Bugün destan günü. Bugün Kabe'-nin helâl olduğu gün...”, yol¬lu bir şey söylediği haberi Resûlullah (s.a.v.)'a ulaştı. O bu sözü tas¬vip etmedi. Ve şöyle tenkid etti: “Bugün aksine rahmet günü, bugün Kabe'nin şere-fini Allah'ın yücelttiği gündür!..”
Ardından da birlik komutanlarına kesin emir verdi; “kimseyle savaşılmayacak, sadece karşı duranlarla…” (Buhari) Ne var ki altı erkek, dört kadının da, nerede bulunur-sa öldü¬rülmesini emretmişti. Bunlar: İkrime bin Ebî Cehl, Hebbar bin el-Esved, Abdullah bin Sa'd Ebi Şerh, Mikyes bin Sababetü'l-Leysî, Huveyris bin Nukayz, Abdullah İbn Hilâl, Hint binti Utbe, Amr îbn Hişâmın cariyesi Sâre, Fertena ve Kureyna adlı, İbn Hilâl'in şar¬kıcıları... (ki bu iki câriye hep Resûlullah (s.a.v.)'ı hicveden şarkılar söylerlerdi) (İbn İshak,…)
Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye üst taraftan (Ki'da) giri-yordu. Hâ-lid bin Velid'e de şehrin alt tarafından (Kûdâ) gir-mesini emretmiş¬ti Öbür müslümanlar da hep emredilen yer-lerden şehre girdiler. Bu girişte hiçbir mukavemetle karşılaş-mamışlar, ancak Hâlid bin Ve¬lid’e rastlayan İkrime bin Ebî Cehl ve Safvan İbn Ümeyye grubu çarpışmaya tutuşmuş; Kureyş'ten yirmi dört kişi, Huzeyl kabile¬sinden de dört kişi ölmüştü. Resûlullah (s.a.v.) uzaktan kılıçların parıltısını görün-ce, durumu soruşturduğunda, Hâlid İbn Velid'in savaştığı ha-ber verilince: “Allah'ın takdirinde bir hayır vardır, el¬bette..” (İbn Sa’d) buyurdu.

Rasulullah; Vakûr ve Mütevazı

Resûlullah (s.a.v.) Zituva'ya gelince, bineği üzerin¬de, başında Yemen işi bir sarığıyla bulunuyordu. Başını Allah'ın hu¬zurunda eğmiş, Feth’i kendisine nasib etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildiriyordu. Öyle ki, neredeyse sakalının ucu hayvanın yelesine değiyordu. (İbn İshak,..)
Abdul¬lah bin Muğfil: “Mekke Fethi’nin ilk günü, baktım “Resûlullah (s.a.v.) devesinin üzerinde, Fetih sûresi’ni yüksek sesle okuyor. Eğer halk çevreme toplanmasa, ben de onun gibi yüksek sesle okuyacaktım.” (Buhari)
Rasulullah (sav) Kabe’de…“HAK geldi, bâtıl zail oldu. Muhakkak batıl yok olacaktır.”
Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye girer girmez Kabe'ye yö-neldi. O zaman Kabe çevresinde 360 kadar put sıralanmıştı. O elinde öd ağa¬cından asâsıyla, birine önden, birine arkasın-dan dokundukça, patır patır yüz üstü düşüyorlardı. O da, “Hak geldi, bâtıl zail oldu” buyuruyordu. Yine “Hak geldi, artık bâtılın açığa vurması veya tekrar gelmesi imkânsız...” (Müttefakun aleyh) diyordu. Kabe'nin içinde de putlar vardı. Onun için Resûlullah oraya ilkin girmedi. Emretti, hepsi dışarı atıldı. Bu arada, ellerinde fal okları, güya Hz. İbrahim ve İsmail'in resim-leri de çıkarıldı. Re¬sûlullah (s.a.v.) onlar için de: “Allah onların canını alsın, çok iyi bilirler ki, bu iki zât asla bu falları kullan-madılar.”
Bundan sonra Kabe'nin içine girdi, dört tarafında tek-bir getirdi ama namaz kılmadan çıktı. O sırada Kabe'nin hâcibi (görevlisi) bulunan Osman bin Talha'ya, Kabe'nin anahtarını getirmesini emretmişti. Ge¬tirince Beyt'i açtı. O da, Beyt'e girip çıkınca tekrar Osman bin Talha'yı çağırıp anahtarı ona teslim etti. Ve şöyle buyurdu: “Alın ebediyyen sâhib olun. Ama bunu ben vermiyorum size (Kabe bekçili¬ğini) Allahü Teâlâ veriyor. Onu bundan sonra zâlimlerin dı¬şında kimse alamaz.” Bu sö-züyle de Cenâb-ı Hakk'ın: “Allah size emânetleri ehline ver¬menizi kesinlikle emreder” (Nisa,58) ayet-i celilesine işaret edi-yordu.

Halk fevc fevc Allah’ın Dini’ne giriyor

O sırada Resûlullah (s.a.v.), Bilâl (r.a.)'i çağırdı. Bilâl, Kabe'nin üstüne çıkıp namaz için ezan okudu. Halk bölük bölük geliyor ve Allah'ın Dini’ne giriyordu, İbn İshâk der ki; Resûlullah (s.a.v.) Ka¬be kapının iki sövesini tutup, ne yapacak diye çevresine merakla toplanıp bekleyen halka, şöyle hitab etti: (Taberi,..)
“Allah'tan başka ilâh yok. O birdir, ortağı yok. Va'dini yerine getirip, kulunu zafere erdirdi. Tek başına bütün kabile-leri yendir¬di. Dikkat edin, câhiliyyeden kalma övünülen, her kan dâvası ve mal dâvası şu iki ayağım altındadır. Sadece Beyt'in perdedârlığı ve hacılara su verme hariç... Ey Kureyşliler! Allah sizden câhiliyye gu¬rurunu ve atalara ta'zim alışkanlığını giderdi. Bütün insanlar Âdem'dendir, Âdem ise topraktandır. Ve ardın¬dan şu âyet-i kerimeyi okudu: “Ey insan-lar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yaratıp, millet ve kabilelere ayırdık ki, her birinize âit deği¬şik kabiliyetler açığa çıksın, birbi-rinizi kıymetiyle tanıyasınız. Allah nezdinde en değerliniz ise şübhesiz dininde en samimî olanınızdır.” Söze devam etti ve sordu:
-Kureyşliler! Size ne yapacağımı tahmin ediyorsu-nuz?.. Onlar da: -“Hayır bekleriz. Sen kerim bir kardeş, kerim bir kardeşoğlusun” de¬diler. O da, “O halde gidiniz, hepinizi bağışladım, özgürsünüz” buyurdu.
Yine Şeyhayn, Ebû Şüreyh el-Adevî'den rivayet edi-yor: Resûlullah (s.a.v.), Fetih günü hitabesinde şunları söyledi: “Mekke'yi ha¬ram bölge kılan Allah'tır, insanlar değil. Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kimseye orada ne kan dökmesi, ne de kavga ve zorbalık helal olmaz. Resûlullah'ın oradaki geçici çarpışmasını kendisine ruhsat edinmek isteyen olursa, ona şöyle deyin: Allah sadece Re¬sulü’ne izin verdi, size değil. Üstelik ona izni de bir günde bir saat içindi. Şimdi ise; eski yasaklığı tekrar avdet etmiştir... Bunu hazır olanlar gaib olan-lara da haber versinler...”

Hanımların Rasulullah’a Bey’atı

Daha sonra Mekke'deki halk Resûlullah (s.a.v.)'a; Al-lah ve Resûlü'nün direktiflerini dinleyip itaat etmek üzere bey'at etmek için toplandı. Erkeklerin bey'atını bitirince, Resûlullah, bu sefer de ka¬dınlardan bey'at almıştı.
Kureyş kadınlarından bir grup oraya toplanmıştı. Ara-larında Hint binti Utbe de vardı. Yüzünü kapatarak kendisini gizliyordu. Zira Hz. Hamza (r.a.)'ya ettiğinden utanıyor-du…Sonra Ömer (r.a.)'e emretti: “Allah Resulü adına onlardan beyat al ve istiğfarda bulun.”
O güne kadar da, o gün de Resûlullah kadınlarla asla musafaha etmemiş, bir kadının eli eline değmemiş¬tir. Ancak kendine Allah'ın helâl kıldığı müstesna. (İbn İshak)
Resûlullah (s.a.v.)'ın kanını heder ettiği (öldürülmele-rini emrettiği) adamlara gelince, bir kısmı öldürüldü. Bir kısmı ise af diledi ve sonradan bağışlanınca, müslüman oldular. İbn Hişâm'ın rivayetine göre, Fudâle bin Umeyr el-Leysî, Re¬sûlullah (s.a.v.)'ı öldürmeye kalkmıştı. Bu fetih yılında ve Kabe ta¬vafı esnasındaydı.Yaklaşınca Resûlullah (s.a.v.) ona: — Sen Fudâle misin? diye sordu. — Evet, dedi, Fudâle'yim yâ Resûlâllah! Bu sefer sordu: — Peki ne konuşuyordun, kendi kendine? Adam, “birşey yok”, de¬di. “Allah'ı anıyordum.” Resûlullah (sa.v.) gülerek: — “Allah'a sığın, tevbe et”, buyur-du ve elini onun göğsüne koy¬du. Kalbi yatıştı. Bundan sonra Fudâle hep söylerdi: — “Vallahi O (sas) elini göğsümden çektiği an sanki dünyada Allah'¬ın yarattığı hiçbir şey yoktu, O’ndan daha çok sevdiğim.” Fudâle ora¬dan ayrılıp evine dö-nerken, seviştiği ve konuştuğu kadına uğradı. Kadın onu zor-luyordu: Hadi konuşmaya devam edelim. O şâir zât ir¬ticalen şunları söyledi:
“O bana durma, konuşalım der, ben hayır. Allah bana İslâm’dan başkasına izin ver¬mez.
Eğer ben Muhammed'i ve Fetih günü, putların kırıldığı günü, O’nun azametini görmesem, belki.
Elbette, Allah’ın dini kuşluk gibi apaydın. Zulmün su-ratı ve şirk ise kapka¬ranlık.”
Buhâri'nin İbn Abbas'tan nakline göre Resûlullah (s.a.v.), Mekke’de ondokuz gün kaldı. Namazı kısaltarak, iki rek'at olarak kılıyordu.

MEKKE’nin FETHİ’nden İbretler Ve Öğütler

Şimdi gördük, Allah'ın kendi Elçisi’ne ve O'nun dostla-rına ikram ettiği Büyük Feth'i. Artık o günkü da'vetin değerini net görebilir, ondaki sırları ve ilâhi hikmetleri gözümüzün önünde rahatça canlan¬dırabiliriz. …ve Allah yolunda malı, canı, aileyi, kabi¬leyi, milletini, toprağını, vatanını feda etmenin derecesini. İslâm ba¬ki kaldıkça da bunların hiçbirinin zayi ol-mayıp boşa gitmediğini kav¬rarız. Aksine İslâm ortada kalma-yınca da bunların hiçbirinin sahibi¬ni kurtaramadığım anlarız. Yine şimdi, bu büyük Fetih olayı üzerinde derin derin düşü-nüp; cihadın, şehâdetin ve fetih öncesi yılların getirdiği çile ve sıkıntıla¬rın önemini kavrarız. Bunların hiçbiri boşa çıkmamış, müslümanın bir damla kanı boşa akmamış, müslümana asla gücünün yetmiyeceği yüklenmemiştir.
…Gerçek İSLÂM OLMADAN ZAFER OLMAZDI. AL-LAH'A KULLUK OLMADAN İSLAM OLMAZDI. CAN FEDA ETMEDEN, KURBAN VERMEDEN, KAPISINDA KUL OLUP YOLUNDA SA¬VAŞMADAN DA KULLUKTAN SÖZ EDİLE-MEZDİ...
Hatırlayalım, Resûlullah (s.a.v.) 'in vatanından, Mek-ke'den çı¬kışını: Gizlice kabilelerinin, sevdiklerinin bağrından kopup Hicret ediyor Yesrib'e. Önceden ve sonradan da onu bir avuç ezilmiş, hor¬lanmış sahabesi, aynı göçle sıyrılıp kaça-rak onunla buluşuyorlar. Sırf dinlerinin korunması uğruna, malını, ailesini, yerini yurdunu terk ediyorlar. İşte onlardır şu an vatanına, aile ve malına dönenler. Az iken çoğalmışlar, zayıf iken kuvvetlenmişler. Dün onları kovanlar bugün onları, yenilmiş ve boyun eğmiş durumda karşılıyorlar.
Mekke halkı bölük bölük müslümanlığa giriyor. Bir zamanlar Mekke sokaklarında müşriklerin işkence ettiği Bilâl-i Habeşi de dö¬nüp gelmiş. Mübarek Kabe'nin damına çıkmış, yüce sesiyle haykı¬rıyor : «ALLAHÜ EKBER - ALLAHÜ EKBER.» Bu ses idi, işkence kırbaçları altında «Birdir, birdir, birdir...Al¬lah» diye fısıldayan. Şimdi ise Kâbetullah üzerinden dalga dalga göklere, yeryüzüne yayılıyor: “Lâ ilahe illallah, Muhammedün Re¬sûlulla”- diye. Ve herkes boynu bükük onu saygıyla dinliyor.
Dik¬kat edin! bu ikinci bir örneği olmayan tek gerçektir. O İslâm'dır. İN¬SAN İSE NE AHMAK VE CAHİLDİR Kİ: İS-LÂM'DAN BAŞKASI UĞRUNDA MܬCADELEYE FEDAKÂR-LIK VE KAHRAMANLIĞA YELTENDİĞİ ZAMAN, SADECE VEHMİYLE ASILSIZ VE BOYUTSUZ BOŞ DÂVA İLE UĞ-RAŞTIĞINI BİLE ANLAMIYOR.
Bu kısa takdimden sonra deriz ki: Büyük Fetih, aynı zamanda birçok işaret, hüküm ve sayısız ilke¬ler ihtiva etmek-tedir. Bunları iyi görmek için üzerinde durmak zarureti var. Biz şimdi, olayın seyrine göre, elimizden geldiği ölçüde bunları hatır¬latacağız: …
- Hâtıb bin Ebi Beltea ve yaptığına dairi
a)Biz şimdi, Nübüvvetin başka bir görünüşü karşısın-dayız. Yü¬ce Rabb'in onu vahiyle nasıl yakından desteklediğini seyrediyoruz. O, sahabelerine emrediyor: -Gidin, Hah bahçe-sinde develi bir ka¬dın bulacaksınız. Onda bir mektup var, alıp getirin!...» Bunu ona haber veren kimdi? Yolcu kadınla Hâtıb bin Ebî Beltea arasında cereyan eden olaya O, nasıl muttali oldu?.. Bu vahiydi elbet, işte bu nübüvvet cilvesidir. Ve Allah-'ın Nebisi’ne ve müslümanlara va'dettiği o Büyük Feth'i tahak-kuk ettirmek için ona destek ve plânın gerçekleşmesi için ih-bardır.…
c)Resûlullah'ın Hâtıb'a sorusu ve onun cevabı ardın-dan da, o yüzden nazil olan âyeti okuması bize şunu gösteri-yor: HANGİ ŞART ALTINDA OLURSA OLSUN, MÜSLÜMANA, ALLAH'IN DÜŞMANLARIYLA DOST OL¬MASI YARAŞMAZ. ONLARA BİR MEYİL VE YARDIM HİSSİ TAŞI-MASI DA ASLA CAİZ DEĞİLDİR. Onlara dostluk ifade eden sözle mukabele de uygun olmaz. Hâtıb'ın Kureyş arasındaki yakınlarını, kendisi aslen Kureyşli olmadığı sebebiyle, himaye eden olmadığından, bir iltimas beklemediği için mazur görül-mesini istemesine rağmen bu böyledir...
Çünkü Kur'an âyetleri nazil olup, açık olarak, mü'minlerin, Al¬lah'tan başkasını veli edinmemesini, yalnız O'ndan himaye bekle¬mesini emretmiştir. Ve kim olursa olsun, kiminle olursa olsun, in¬sanlarla ilişkisini bu esasa dayandır-ması, bu yüce dine uygun ola¬rak kurması emredilmiştir. Aksi halde, bir kimsenin yâni müslümanın, malını, canını Allah yolunda harcaması; yerini aile ve imkâ¬nını onun için terketmesi nasıl düşünülebilir ki?...
İşte çağımızda, kendi kendine düşmanlık eden müslümanların çıkması budur: Namaz için mescidlere koşar, zikir ve virdleri sürekli tekrarlar. Misbahı elinden bırakmaz... Ama halkla ilişkilerini hâlâ akrabalık bağı, ırkî yakınlık hissi, mal ve makam arzusu ya da bazı hayvani arzu ve isteklerini tatmin esasına göre yürütür. Ve bu suretle, Hakk’ı bâtıla sat-mış olmaktan veya geçici dünya için Allah'ın dinini bir paravan olarak kullanmaktan çekinmez…
3-Ebû Süfyân mes'elesi ve burada Resûlullah'ın tutu-mu:
Fetih günü, Ebü Süfyân'ın durumu garipti gerçekten; İlk defa Resülullah'a savaş açanların başı ve öncüsü iken, o gün, O'nun di¬nine fevc fevc girenlerin önünde ve ilki oldu. Halbuki, bugüne kadar Mekke'den çıkan her muharib ve her ordu onun teşviki, onun öncülüğü ve onun coşturmasıyla ol-muştu ancak... Hikmet-i İlâhi, Mekke Fethi'nin kansız olmasını gerektir¬miş, daha önce O'nun Resulü’ne (s.a.v.) ezâ edip harb açarak ora¬dan çıkaran halkının İslâmlaşmasını murad etmiş-ti… Ebu Süfyan Müslüman olunca hemen Mekke halkına koş-tu, onların kafasından ve gönlünden savaş düşünce ve arzu-sunu silip attı. Mekke atmosferini teslimiyete ha¬zırladı. Câhiliyye şirkini yere gömerken, İslâm ve Tevhid tohumunu da ekmiş oluyordu.
Nitekim, Resûlullah (s.a.v.) 'in ona ilânını tenbihlediği şu emir de bunun başlangıç ve belgesiydi: «Kim Ebû Süfyân'ın evine sığı¬nırsa emniyettedir». Tabii bu taltif, onun müslüman oluşu, İslâm'a ısınıp kalbinin karar kılmasından sonraydı... Bilirsiniz ki, İslâm, dinin inanç ve ameli ahkâmına tam uyup boyun eğmektir. O hal¬de, BİR MÜSLÜMANA GE-REKLİ OLAN, İMANIN KALBİNE SİRAYET ETMESİDİR. BU DA TABİÎ İSLÂM PRENSİP VE ERKÂNINA SÜREKLİ UYUM-LA GERÇEKLEŞİR. SÜREKLİ VE ISRARLI OLARAK BİRTA-KIM MEŞRU VESİLELER VE SEBEBLERE KAL¬BİNİ ALIŞTI-RAN KİMSE, GİTGİDE İMANI KALBİNE OTURTUR. İSLÂM ONUN TA¬BİATI OLUR, İMAN KÖKLEŞİR. ARTIK, FIRTINA-LAR ONU SARSAMAZ, SAPTIRAMAZ...
Resûlullah (s.a.v.)'ın risâlet hikmetinden birisi de îşte, Ebû Süfyân'ın, müslüman olduğunu ilânını müteakip; Hz. Ab-bas'a emrede¬rek vadinin çıkış yerinde tutmasındadır. Oradan bütün İslâm ordu¬su, alaylar, taburlar halinde geçecek, o da İslâm'ın gücünün ne nok¬tada olduğunu görecekti. Nihayet, Mekke'den paramparça, ezik, yenik kaçan müslümanların nasıl bir inkılâp ile yenilmez kuvvet oluverdiğini anlayacak….
Gerçekten de Ebû Süfyân bu nizamî orduların geçişi karşısın¬da düşünüyordu. Gördükleri karşısında çarpılıyor, şaşkınlıkla Hz. Abbas'a dönüyordu. Tabii henüz câhiliyye dü-şüncesinden de sıyrı¬lamamış, o kafa ve gönülle değerlendir-me yapamıyordu: «Gerçekten, yeğenin çok büyük bir hüküm-dar oluvermiş yâ Ab¬bas!» diyordu. Tabii Abbas (r.a.) onu bâtıl kalıntısı düşüncesinden uyarmaya çalışır; «Ebû Süfyân, dikkat et! Bu hükümdarlık değil pey¬gamberliktir! Neden söz ediyor-sun?...»
Esasen o, bir zamanlar siz Mekkeliler teklif ettiğiniz halde, mül¬kü de, malı da, makamı da ayak altına almış, sizin işkence ve ha¬karetlerinizi de hiçe saymıştı. Siz değil miydiniz, hem ona sundu¬ğunuz bunca dünyalığı reddedip, Risâlet göre-vine tercih etmediği ve sizi imana çağırdığı için, onu ülkesin-den çıkarmaya mecbur eden?. İşte nübüvvet böyledir!
Bilinsin ki, Resûlullah (s.a.v.)'ın daveti, bazılarının uy-durup gevelemeye ça¬lıştığı gibi; ne saltanat, ne akar, ne ırk kaygısıyladır. Bu, Resûlullah'ın baştan başa hayatını kaplayan bir sayhadır. İlâhi ikazdır. O’nun ömrünün her ânı, damla dam-la konuşur bir armonidir. O (sas), Allah yolunu ve O'nun niza-mını tebliğ için gönderilmiştir insanlığa. Yeryüzünde nefsinin saltanatına zerrece pay yoktur!.
4-Resûlullah'ın Mekke'ye giriş tarzı üstüne düşünceler
a)Resûlullah (s.a.v.) Mekke girişinde Fetih Sûresi’ni okuyor. Okuyu¬şunda terci' yapıyordu Terci' ise kırâette bir tarzdır. Okuyan coşa¬rak onu terennüm eder sanki... Bu da şunu gösteriyor; O, Rabbi’nin emrini yerine getirmiş ol¬makla kullukta tamlanış ve kulluğu başarmanın şükrü içindedir. Ve kavminden çektiği bunca çileyi, kendisini zorla çıkardıkları bu beldeye, Allah'ın nasıl bir zaferle, şeref ve izzetle döndür-mekte ol¬duğunu gözlemekte... Evet, bu an Allah'a en kâmil mânâda hamd ve şükür dolu gönülle yönelme ânı; bu mekân ona kulluğun son haddine taşırılma makamıdır.
Tabii bu HER MÜ'MİNDEN BEKLENECEK HALDİR ESASTA. YÂNİ, GENİŞLİK VE DARLIK ÂNINDA HEP AL-LAH'A MUTLAK UBÛDİYYETTE KALMAK. BOLLUKTA KIT-LIKTA, GÜÇLÜ İKEN DE, ZAYIF İKEN DE HEP MUTLAK KULLUK... YÂNİ MÜSLÜMANA, SADECE SIKINTIYA DÜŞ-TÜĞÜ, BELÂYA UĞRADIĞI ZA¬MANDA DARLIK GİTSİN, ZARAR KALKSIN DİYE KULLUK GÖSTERİSİ ASLA YAKIެMAZ. Çünkü geniş ve mutlu günlerin huzur ve refahı, sarhoş ederse, isyana düşer, gözü birşey görmez. Öyle kimseler ilâhi emir ve ahkâmın yanından teğet geçmeye başlar. Öyle ilgisiz olur ki, sanki o dar günlerinde yalvaran ve boyun büken o değilmiş...
Fıkhu’s Sire - Ramazan el-Buti


  Hoşsâdalar  

bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
46885 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol