Hoşsâda-56
HOŞSÂDA
15 Aralık 2006 Cuma
24 Zilkade 1427 sayı: 56

Rahmet Esintileri

BİLMEK, YAŞAMAK VE
GÜZEL ÜSLUPLA AKTARMAK

Habeşistan Diyârında

Yayılmaya başlayan iman nuruyla şereflenen gönül-ler, imanlarında sebat ettikçe, her geçen gün yepyeni vefakar-lık, fedakarlık, akıllara durgunluk veren sabır ve tahammül numuneleriyle tarihi süsledikçe, müşrikler son derece huzur-suz oluyor; hırs, kin ve yılgınlıklarını yeni işkence üslublarıyla, durmadan yoğunlaştırdıkları ezâ ve cefâlarla tatmin etmeye çalışıyorlardı…
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’den; "Keşke Habeş diya-rına hicret etseniz. İdaresinde kimsenin zulme uğramadığı bir meliki var. Güvenilir diyardır. Böylece Allah, şu eziyetlerden kurtulmanız için hayırlı bir yer nasip etmiş olur." sözleri duyu-lunca Habeşistan'a hicret için küçük bir grup hazırlanmaya başladı. Başlarında Osman İbni Maz'ûn'un (r.a.) bulunduğu 14 kişilik bir topluluk Habeşistan'a doğru yola çıktı...
Bu İslâm’da ilk hicret, dini mübîn uğrunda ilk gurbet yolculuğuydu. Daha sonra Cafer İbn Ebî Talib'in emirliğinde bir başka Mü'minler cemaati Habeşistan’a hareket ediyor, bundan sonra birbirini takip eden küçük kafilelerle, bu diyarda toplananların sayısı seksen üçe ulaşıyordu.
Hicret eden mü'minlerin, eziyet, işkence dolu kâbusla günleri geride bırakarak Habeşistan'da, mukaddes diyardan hasretle hayırlı haberler bekleyerek, emniyet ve huzur içinde bir hayal sürmeye başlamaları, Kureyş'i son derece huzursuz etmişti. Bu iman nurunun sönmeyeceğini haber veren alâmet-lerden biriydi. Kendilerinden uzak, ellerinin yetişemeyeceği bir başka beldede her an, içine saplandıkları inadı, küfr ve dalâ-letlerini tehdid ederek yaşayacaklardı.
Habeşistan, zulümlerinden kurtulan her mü'minin gi-derek yerini alacağı bir karargâh meydana geliyordu. Buna sessiz kalamazlardı. Toplanmışlar, uzun uzun müzâkere et-mişler, aralarından müslümanları Necaşî'den geri alabilecek, güven buldukları ülkeden onları kovduracak, zulm ve işkence çarkına yeniden döndürecek, kabiliyetlerini yakından tanıdıkla-rı iki adamı seçiyorlardı: Abdullah İbn ebî Rebî'a ve Amr İbn Âs İbn Vail. Kureyşliler ne pahasına olursa olsun gayelerine ermek istiyorlardı. Onun için Necaşi ve ileri gelen komutanlara sunulmak üzere aralarında topladıkları oldukça yüklü hediye-lerle elçilerini donattılar ve yola çıkardılar.
Habeşistan'a varınca, Kureyş'in tavsiyesi gereği daha Necaşi ile konuşmadan bütün komutanlara hediyelerini dağıt-mışlar; gönüllerini kazanmışlar. Necâşi'nin huzurunda konuyu açıp müslümanların iadesini taleb edince kendilerini destekle-yen tavır alacaklarına, iadelerini savunacaklarına dair söz almışlardı. Müslümanlara söz hakkı verilmemesi için de gerek-li tedbirleri almaya özen göstermişlerdi. Sonra Necaşi'nin he-diyelerini takdim etmişler, kabul ettiğini ve memnuniyetini gö-rünce de meramlarını fasih bir üslupla ve şu cümlelerle dile getirmişlerdi:
"Ey Melik! Ülkenize, bizlerden aklı ermedik bir grup genç sığındı. Bunlar kendi ecdadının dinini terketmiş insanlar-dır. Sizin dininize de girmediler. Ortaya, yeni icad ettikleri bir din çıkarttılar ki: ne bizler böyle bir din tanıyoruz, ne de sizler böyle bir din biliyorsunuz. Bu tecrübesiz ve düşüncesiz genç-lerin maslahatlarını, istikballerini, şüphesiz kendi babaları, dedeleri, amcaları, kabilesinin ileri gelenleri onlardan daha iyi bilirler... Onları en az onlar kadar düşünür, daha selim akılla hareket ederler. Bizi, size onun için gönderdiler. Sizden bu kimselerin iadesini rica ediyorlar."
Bu cümlelerin ardından komutanlardan derhal tasdik sözleri gelmeye başlamıştı…Bu sözleri duyan Necaşi duyduk-larından hoşlanmamış, hattâ hiddetlenmiş: "Hayır! Vallahi, benim dostluğumu başkasına tercih etmiş, benim komşulu-ğumu seçmiş, ülkeme misâfir olmuş bu insanları dinlemeden karar vermem.” Abdullah ile Amr'ın korktukları başlarına gel-mişti...
Müslümanlara haber gönderildi, huzura çağrıldılar. Necâşî ileri gelen din adamlarını da çağırmış, onlar da huzur-da yerlerini almış, kitaplarını yanlarında hazır etmişlerdi. Böy-lece Müslümanlar, hristiyan bir diyarda, âlimlerin ve kralın önünde yeni bir imtihan veriyorlardı.
Necâşî: "Bir din (İslam) uğrunda kendi vatanınızı, mil-letinizi, milletinizin dinini (puta tapıcılığı) terkettiniz. Bizim di-nimize (Hristiyanlığa) de bir başka milletin dinine de razı olup girmediniz. Uğruna bu kadar sıkıntıya katlandığınız bu din neyin nesidir ? Nasıl bir dindir ?" diye soruyordu.

Müslümanları temsilen Ca'fer İbn Ebi Talib (r.a.) kalk-tı, söz aldı. Herkes pür dikkat kesildi. Söylenecek her cümle, yabancı diyardaki bu bir avuç mü'min topluluğu için çok büyük bir ehemmiyet taşıyordu...
Ve konuşmaya başladı: "Ey Melik! Biz cehalet ve da-lâlet üzere yaşayan, putlara tapan, murdar et yiyen, fısk u fucur işleyen, akraba bağlarını koparan, komşuluk hukuku tanımayan, imkanlarını kötüye kullanan bir kavimdik. İçimiz-den güç kuvvet sahipleri, zayıf ve güçsüzleri yer bitirirlerdi... Böyle bir hayat sürüyorduk ki, Cenabı Allah, içimizden dürüst-lüğünü, iyiliğini, emânetini, doğru sözlülüğünü, nesebini ya-kından tanıdığımız bir Rasûl gönderdi. O, bizleri bir olan Allah-'a davet etti. Sadece Allah'a kulluk etmeye, O'na ibâdet etme-ye, taşlardan yapılarak putlaştırılmış, ecdadımızın taptığı, geçmişte bizim de taptığımız şeyleri terketmeye çağırdı.
Bizlere doğru sözlülüğü, emânetlere riâyet etmemizi, anne baba, akraba ve yakınlarımızla hayırlı bağları koruma-mızı, güzel muamelede bulunmamızı, komşu hukukuna riâyeti öğretti. Haramdan el çekmemizi, kan dökmememizi... emretti. Fısku fucurdan, yalandan, yetim malı yemekten, iffetli insanla-ra iftira etmekten men etti. Vahdaniyetine inanarak yalnız ve yalnız Allah'a ibâdet etmemizi, şirk koşmamamızı, haram kıl-dıklarını haram, helâl kıldıklarını helâl bilmemizi, buyurdu.
İşte o zaman kavmimiz, bize düşman kesilmişti... Ezi-yet gördük, işkence gördük, dinimizden dönmemiz, Allah'a ibadeti terk etmemiz, yeniden putlara, elimizle yaptığımız hey-kellere tapmak için zorlanıyorduk. Bizden rezil, çirkef ve habis şeyleri yeniden helâl kabul etmemiz, hoş görmemiz, kötülük işlememiz isteniyordu... Horlanınca, zulm ve işkencelere mâ-ruz kalınca, huzur yüzü göremez hâle gelince, dinimizden, inancımızdan koparılmaya çalışılınca beldenize göç ettik, yanınızda zulme uğramayacağımızı umarak himayenizi, kom-şuluğunuzu, dostluğunuzu seçtik, sizi başkasına tercih ettik...”

Sükûnet, dikkat ve vakarla bu cümleleri dinleyen Necâşî sordu: "Bu şahsın (Hz. Muhammed’in), Allah'tan ken-disine vahyedildiğini söylediği, size tebliğ ettiği şeylerden bil-diğiniz, ezberinizde olan var mı ?, "Evet", "Okur musun?"
Ca'fer (r.a.]. hûşu içinde okumaya başladı: "Kâf hâ yâ ayn sâd. Bu, Rabb'ının, kulu Zekeriyyâ'ya olan rahmetinin anılmasıdır. Hani o, gizliden gizliye Rabb'ına seslenmiş, niyaz etmişti. Rabb'im! Artık vücudumun kemikleri zayıfladı. Başım, beyaz saçlarla tutuştu. Rabb'im! Sana ettiğim dua sayesinde hiç bedbaht olmadım.... (Meryem Sûresi) Okudu, okudu... Zekeriyâ (a.s.)'dan sonra, Yahya (a.s.), onun ardından Mer-yem Validemizle ilgili âyetler birbirini takip etmeye başlamıştı. Meryem Vâlidemiz'in melekle karşılaşışı, çocuk müjdesi, şaş-kınlığı, İsa'ya (a.s.) hamile kalışı, utancı, insanlardan uzakla-şışı, çaresizliği, ne yapacağını bilemeyişi, çileleri, doğum san-cısıyla bir hurma ağacına dayanışı, sallayarak düşürdüğü taze hurmalarla beslenişi, çocuğu dünyaya getirdiğindeki hali, onu kucaklayarak kavmine getirdiğinde duyduğu sözler…
Bütün bunlar Kur'an lafzıyla duyuldukça kalpler yumu-şamış, gözlerden yaşlar boşalmaya başlamıştı. Cafer'in (r.a.) bilerek seçtiği bu ayeti kerimeler, hristiyan bir cemaatin en nazik, en duygulu gönül tellerine dokunmuştu. Dolu dolu olan gözlerden yaş boşanıyor, Necâşî ağlıyor, komutanlar ağlıyor, bu hristiyan diyarın âlimleri, papazlar ağlıyor...,mukayese için açılan mukaddes kitapları damlalar dalgalandırıyordu...

Ca'fer (r.a.), huşu içinde dinlenilen bu Ayeti Kerimele-rin tilâvetinin sonuna gelince gönlü dolu dolu olan Necâşî başını kaldırıyor: "Şüphesiz bu dinlediklerim ile İsa'nın getirdi-ği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!" diyor, sonra da Kureyş'in müşrik elçilerine dönerek şöyle söylüyordu: "Geldiğiniz yere dönün! Allah'a yemin olsun ki onları size vermem!"…

Mağlubiyetin omuzlarını çökerttiği iki Kureyş elçisi hu-zurdan ayrılmışlardı. Ayrılmışlardı ama Amr İbni As böyle acı bir mağlubiyetle Mekke'ye geri dönmek istemiyor, keskin ze-kâsıyla meşhur olan beynini çatlatırcasına zorluyor, zihninin en ince kenarlarını bu meseleyi kendi lehlerine neticelendire-cek bir buluş için yokluyordu. Sonunda bulmuştu da. Bu son silahıydı, ama öldürücüydü. Müslümanların bu silahlan kurtu-luş ihtimâli de yok gibiydi... Zafere kesin gözüyle bakmaya başlamıştı. Fikrini arkadaşına açtı:
Müslümanlar, Hz. İsa'nın beşer olduğuna inanıyorlar-dı. O, Allah'ın kulu ve Rasulüydü. Babasız olarak, takva dolu iffetli Meryem'den dünyaya gelmişti. Herşeye gücü yeten Yüce Allah, böyle takdir etmişti. Ancak, kulluğun ve peygamberliğin üzerinde bir sıfata sahip değildi. Halbuki hrıstiyanlar, İsa (as)’ın ilâh olduğuna inanıyorlardı. Haşa O, Cenabı Hakk'ın oğluydu. Beşer değildi… Amr İbn As, müslümanlar ile hristiyanlar arasındaki bu farkı yakalamıştı. Bu fark, basit bir fark değildi. Bir dinin temelini oluşturan bir farktı. O, Müslü-manların bu zıt düşüncesini Necaşi'nin önünde açığa çıkara-cak, bu Hristiyan milletin nefretini müslümanların üzerine yön-lendirecek, böylece onları kovduracaktı…
Amr İbn Âs, ertesi gün huzura çıkmış ve söyleyeceğini söylemişti: "Bu Müslümanlar, İsâ hakkında ne büyük laflar ediyorlar bilseniz!?" demişti.
Habeşistan'a hicret edenler arasında bulunan Ümmü Seleme Validemiz anlatıyor ve diyor ki: "O güne kadar böyle bir kabus üzerimize çekmemiş, bu derece ağır musibet yüküy-le karşılaşmamıştık." Necaşî müslümanları çağırtıyor ve: "Meryem oğlu İsâ hakkında ne diyorsunuz?" diye soruyordu. Ürkütücü, nefes kesici bir sessizlik...

Bu ürkütücü hava içinde dost düşman herkes Ca'fer (ra) hazretlerinden sükûnet ve vakar içinde söylediği doğruluk, azm, dirayet ve ihlasın en güzel tecellilerinden olan şu kelime-leri duyuyordu: "Peygamber Efendimiz Muhammed (sav), İsa (as) hakkında bize ne tebliğ etmişse onu söylüyoruz: İsa (as), Allah'ın kulu ve doğduğu andan itibaren konuşmayı nasip ettiği, iffet ve şerefinde en küçük leke olmayan Meryem'in karnında ruh verdiği Rasûlü’dür."
Kur'an-ı Kerim'in İsâ (a.s.) hakkında kullandığı güzel sıfatları kullanan ama İslâm inancından en küçük bir taviz vermeyen Hz. Ca'fer'in (r.a.) bu samimi ve berrak sözleri Necâşi'de hemen tesirini gösteriyor ve yerden bir çöp alarak şöyle diyordu: "Allah'a yemin olsun ki, Meryem Oğlu İsâ bu söylediklerine şu çöp kadar bile ilâvede bulunmamıştır, (söy-ledikleriniz aynen doğrudur)."

Bu kelimeleri duyan papazlar, homurdanmaya, inanç-larına ters olduğunu imâ için öksürerek Necâşi'yi ikaza başla-mışlardı. Onların muradını anlayan Necâşi: "öksürseniz de, tıksırsanızda, homurdansanız da gerçek böyledir." diyerek hakikati bir kere daha pekiştiriyordu. Ardından, Kureyş'in gön-derdiği hediyeleri iade ediyor ve elçilerini huzurdan kovuyordu.
Artık Müslümanlar bu emniyetli diyarda, hayırlı kom-şunun himayesinde huzurun tadını duymaya başlamışlar ve Mukaddes Diyar'dan gelecek haberleri hasretli gönüllerle bek-lemeye koyulmuşlardı…

…Habeşistan Hicreti Sırasında
İbret ve İrşat İçin Dikkatimizi Çekenler…
- Gerektiğinde inanç uğruna hicret, Müslümana söz hakkının, savunma hakkının bile verilmek istenmeyişi ve onun ardındaki düşünceler, şahsiyet ve adalet, İslâmda emirlik mü-essesesi, Cafer (r.a.)'ın hasımlarının sözlerini dikkatle dinleyi-şi, kavrayışı, vurgularını takip edişi ve cevap için kendisini en güzel şekilde hazırlayışı, hasmın sözlerini de göz önünde tutarak onların yaşadığı câhiliyeyi İslâmî bakış açısından de-ğerlendirişi, İslâmı tanıtış üslubu, hasmının tezini çökertip kendi savunduğu inanç ve fikrin zihinlerde iz bırakmasını sağ-laması, 'İnancını, düşüncelerini savunurken mecliste bulunan-ların İslama merakını uyarışı; savunmasını başarıyla yapar-ken, tebliği de düşünüşü, Hristiyan bir topluluğa okumak için Meryem sûresini seçişi, Bâtılı temsil eden zihniyetin gerekti-ğinde her türlü silahı ve imkanı kullanabileceği, bütün zor şart-lara rağmen Ca'fer (r.a.)'ın İslâm inancından taviz vermeyişi; sözü edilen diğer konularda olduğu gibi İsa (a.s.) hakkında da İslâm inancı ne ise onu iyi seçilmiş ve samîmi cümlelerle en güzel şekilde ifâde edişi…

-Hicret...
İnanç uğruna, hatıralarla dolu topraklardan, akraba-dan, dostlardan, maldan, mülkten, bir çok mü'minler için eh-linden, evlattan... ayrılıp zihinde bir dizi sorular, gönülde garib boşluklarla bir yerlere doğru gidiş... hicret. Bunlar, İslâm bay-rağının dalga dalga, elden ele... bize kadar ulaşmasına vesile olan binlerce fedakârlık silsilesinden biri.
Ne yazık ki, İslâm nurunun nice yeni fedakârlıklar is-tediği şu günlerde ise, gevşemiş damarlar, küllenmiş irfanlar, azimsiz, şuursuz topluluklar, İblisin ekmeğine yağ süren ko-pukluklar, kısır kavgalar, bitmez inatlar... Hak yolda fedakârlı-ğın lezzetini bilmeyen, tatmayanlar ve gönlü huzur duymayan, uhrevi hayâta hayırlı azık edinme zevkini almayanlar, hedef-sizleşmiş, mesuliyetini idrak etmeyen, yer yer başı dönmüş el ve kemik yığınları. Manevî boşluğun kemirdiği, çökerttiği ce-miyetler, duygusuz kalpler, tahammülsüz omuzlar...
Güçsüzlüğümüze, tahammülsüzlüğümüze, azm ve iş-tiyakımızın cılızlığına rağmen unutmayalım ki, bu mesuliyet bugün bizim omuzlarımızdadır. Binlerce çeşnisiyle maddî imkanların hak ve hakikat çizgisinin tamamen dışındakilerin elinde oluşu ve çılgınca İblîs'e hizmet gayretlerinin bulunuşu, bizi bu sorumluluktan kurtarmayacaktır. İmtihan sırası bizdedir ve yarın Yaratıcı'nın huzurunda, neticesi; elim azab ya da ebedî saadet ve huzur olan bir muhasebe var! Binlerce feda-kârlık, vefa, samimiyet, yiğitlik... örneğini göz önüne getirmek ve kendimizin nelerle uğraştığını, bu yoldaki samimiyetimizi, nelerden vazgeçip, nelerden geçemediğimizi, neler yapma-mız, nasıl olmamamız gerektiğini derin derin düşünmek var.
İnsan azmedince, dişini tırnağına takınca, silkinip ayağa kalkınca, îman ateşi gönlünde alev alev yanınca, Allah-'a tevekkül edip yola dönünce... neler olduğuna, amellere, gayretlere nasıl bereket geldiğine, tarih şahiddir; dünya şahiddir, biz şahidiz. Yeniden bu ruhun canlanmasına, ilim irfanla yoğrulu nerede nasıl davranacağını bilen fedakâr yiğit-lere derinden ihtiyaç var.

-Müslümana Söz Hakkı Verilmeme Gayretleri…
Gönlümüzü hidâyet nuruyla aydınlatan Rabb'ımız’a hamdediyoruz ki; sırtımızı güvenle dayandığımız bir inancı-mız, bize yol gösteren Kitabımız, onu bize tebliğ eden. açıkla-yan, yaşayan ve nasıl yaşanacağını gösteren Önderimiz, Peygamberimiz Efendimiz Muhammet Mustafa (s.a.v.) var. Asırlar boyu, ifrad ve tefride (aşırılıklara) düşmeden ihlas ve samimiyetle, göz nuru dökerek, ince bir dantel, bir gergef iş-lercesine Kur'an'ı ve Sünneti Seniyye'yi inceleyen âlimlerimiz var. Onu anlamak ve anlatmak için çırpınan, Allah'ın rızasına en uygununu bulabilmek için didinen, ilim meclislerinden kop-mayan, Allah Rasûlü’nün mirasçısı olma gayretini eksik etme-yen ve bu yolda akıllara durgunluk veren fedakârlıklar sergile-yen ilim ehlinin bıraktığı eserler var. Yok edilmeye çalışılsa da, ulaşılmasını önlemek için araya uçurumlar katılsa da, mürek-kebini sapık yollarda harcayanlar ön plana çıkarılmaya uğra-şılsa da: bilmez, tükenmez, eskimez, pörsümez kültür hazine-lerimiz-medeniyetimiz var.
Her şeyden öte, hakkı, doğruyu savunmanın verdiği güven var. Mevlâ'nın kendi yolunu savunana bahşettiği lütufla-rı var, verdiği bereket var. O (cc), şöyle buyurmuyor mu?; "Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden güzel amel işleyenle-rin amellerini zayi etmem." (Âli İmran 3/1951). Bir başka âyete kulak verelim; "İnsanları Allah'a çağıran, hayırlı, güzel işler yapan ve gönülden; Ben Müsiümanlardanım! diyenden daha güzel söz söyleyen kim vardır” (Fussilet. 41 / 33). Onun için, gay-retler bereketleniyor, iman gönüllerde yer etmeye devam edi-yor, iman pınarı kurutulamıyor... Dolayısıyla yapılan baskı ve dayatmalar yeterli gelmiyor, dikiş tutmuyor.
Hak yolun önüne ne kadar set çekilmeye çalışılırsa çalışılsın, ilim yolları ne kadar kapatılırsa kapatılsın, ses duyu-racak imkanlar ne kadar kısıtlanırsa kısıtlansın... yetmiyor; yine de mü'min gönüllerin konuşmasından korkma hastalığı devam ediyor. Mü'mine konuşma fırsatı verilmemesi, gönlün-dekileri dökmesine imkan bulamaması için çabalar sürdürülü-yor. Duygu ve düşüncelerini savunma, inancını anlatma ve aktarma fırsatı verilmediği gibi onun adına aktarılan yanlış bilgileri düzeltme imkanları dahi kısıtlanmaya, elindeki en kü-çük imkan yok edilmeye çalışılıyor. Kureyşli'lerin o günkü kor-kusu, bu günkülere miras kaldı, bütün hızıyla devam ediyor...

-Şahsiyet ve Adalet…
Elbetteki Allah Rasulü (s.a.v.), Rabb'ının irşadıyla, vahyiyle konuşur. Necâşi hakkında adalet vasfını kullanırken, mü'minlere onun yanına hicret tavsiyesinde bulunurken, bunu sıradan bir duygu ile yapmamıştır. Bunu göz önünde tutarak Necâşî'nin tavırlarına dikkat etmekte, sağlam karakter, güzel ahlak, adalet, selim fıtrat ve hakkı teslim duygularının güzelli-ğine ve onlara sahip olan kişiyi nerelere götürdüğüne bakmak-ta fayda var. Ona bakıp aksini düşünerek; sadistlik, bâtılda dayatma ve despotluk ruhunun, hırsın, kinin, nefretin, doğru-dan kaçıp, İblisin süslediği yalan ve yaldızlı dünyaya sığınma-nın, Hakk’a kulakları tıkamanın insanları sürükleyip götürdüğü yerlere, âkibetlere de dikkat etmekte fayda var.
Rasûlullah (s.a.v.), İslâm ahkamıyla ve adaletle hük-meden bir devlet reisini, hiç bir gölgenin bulunmadığı, o deh-şetli sıcak ve hesab bunaltısının olduğu kıyamet gününde özel gölgede gölgelendirilecek yedi zümreden biri olarak sayıyor. Aişe (r.a.) Validemizin naklettiği bir başka hadiste de şöyle duâ ediyor: "Allah'ım, kim ümmetimin başına herhangi bir kademede idareci olarak geçer ve onlara zorluk çıkarır; sıkıntı verirse, sen de ona sıkıntı ve zorluk ver. Kim de ümmetimin başına idareci olur, onlara şefkat ve merhametle muamele ederse, sen de ona şefkat ve merhametli muamele et."
Ca'fer (r.a.), bu aziz insana (Necaşi’ye), hem vefanın bir gereği olarak, hem de mü'min kardeşin mü'min kardeşin yanında yer almasının gereği olarak sonraki yıllarda yardım etmiş, onu tahttan indirmek için savaşanlara karşı yanında yer almış. Necaşî'yi korumak için kılıç çekmekte, canını ortaya koymakta tereddüt etmemiştir. Bilindiği kadarıyla Allah Rasûlü (s.a.v.), sadece onun cenaze namazını gıyabi olarak kıldırmış-tır…
Bedeni uzakta kalsa da Necaşi, hep mü'min gönüllere yakın olmuş, o günden bu güne kadar, hatıralarda dürüstlüğü, adaleti, doğruyu teslimdeki duyarlılığı ile anıla gelmiştir.

-İslâmda Emirlik Müessesesi
Allah Rasûlü (s.a.v.), Ebu Saîd ve Ebu Hureyre'nin (r.a.) naklettikleri bir hadiste; "Üç kişi yolculuğa çıktıklarında, içlerinden birini emir tayin etsinler." buyurmaktadır. Efendimiz, ne zaman bir ekip gönderse, mutlaka başlarına bir emir tayin etmiştir.
Mü'minin şiarı, prensibi budur ve daima böyle olmalı-dır. Hak yol yolcusu, dağınık ve başı bozuk olamaz. Birbirine perçinlenmek ve belli bir nizam içinde olmak zorundadır.
Emir tayinindeki dikkat ve titizlik, tayin edilen emire itaatte gerçekten mükemmellik, emirlerin de üstlendikleri so-rumluluğu hakkıyla yerine getirebilmek için gönülden gayretle-ri, mü'minleri birlik, beraberlik içinde tuttuğu gibi elde edilen başarıların da temel unsurunu teşkil etmiştir. Aynı zamanda bu emirlik sorumluluğunu üstlenen kişilerin bu tecrübeleri ya-şayarak sorumluluk üstlenmeye alışmasını, kişiliklerinin yük-selmesini ve olgunlaşmasını temin etmiştir. Bu, dikkatle üze-rinde durulması gereken bir konudur.
Allah Rasûlü'nün çevresinde yetişen, ilmi ondan alan, onun ahlakıyla yetişen insanların çoğu, önceden ciddi bir eği-timden geçmemiştir. Onlar, davet ve hareketin içinde yetişmiş-ler, onunla pişmiş olgunlaşmışlar, takıldıkları her noktayı Allah Rasûlü’ne sorarak çözmüşler, öğrenmişler, öğrenme yarışına girmişler... Gün gelmiş ordular komuta etmiş, ülkeler fethet-mişler, valilik yapmışlar, tarih sayfalarına unutulmaz hatıralar yazdırmışlar. Ca'fer (r.a.) de, Habeşistan’da bulunan bu mü'minler topluluğunun emîriydi. Necâşî'nin huzurunda Müs-lümanları o temsil etmişti. Mü'minler hiçbir şekilde emir-komuta silsilesinden kopmamış, bu konuda son derece olgun davranmışlardı, Ca'fer (r.a.) da Habeşistan'da kalan son grup-la birlikle Rasûlulluh'ın yanına gelinceye kadar, üzerine aldığı bu görevi, her durumda ve her türlü şart altında en güzel şe-kilde yerine getirmiştir. Bu olgunluk ve şuur sayesinde mü'minler bir bütün olmanın nimetlerini tatmışlardır.

-Güzel üslub
Belki de buradan alınması gereken ibretin en can alıcı noktası, en fazla üzerinde düşünülmesi, tekrar tekrar incelen-mesi gerekeni budur. Sevdiren, nefret ettirmeyen; İslâmı anla-şılmaz, zor, sarp göstermeyen; hakikat ve güzellikleriyle göz-ler önüne seren, sevgi ve samimiyet dolu, gönülleri besleyen anlayış ve duyguları hissettiren, ulvî gayelerin lezzetini akta-ran üslub, güzel uslüb..!
Zikri Hakimde; "Rabbi’nin Hak yoluna, Allah'ın dinine, Şer'i Şerife gönüllere işleyecek hikmet dolu, yumuşak, vakarlı, latif bir üslub, güzelliklerle dolu misaller ve nasihatlerle davet et!.. Muhaliflerinle en güzel şekilde, zaman ve mekana uygun, bâtılı izâle edecek, Hakk’a yönelmeye vesile olacak bir üslûbla münazara ve müzâkerede bulun!.." (Nahl 14/125) buyuruluyor.
Ca'fer (r.a.]'ın hasımlarını gayet iyi dinlediğini, konuş-malarını iyi değerlendirdiğini: cevap için kendini hazır ettiğini; söze başlayınca da önce hasmının tezini çürüttüğünü, yanlış bilgileri doğrulttuğunu, ters görüntülerin gerçek yüzünü ortaya koyduğunu görüyoruz. O, bu sözlerinin peşinden kendi inan-dığı, bağlandığı İslâmı ve getirdiği yeni prensibleri ve yaşantıyı az ve öz bir ifâdeyle aktarıyor, hayatın içinden misaller veriyor. Sonra da, hicret sebebini, hasmın tutunduğu bütün dalları koparacak bir üslupla dile getiriyor. Bütün konuşması sırasın-da aşırılıklara kaçmadan, saldırgan üslup takınmadan ama vurgulanması gereken gerçekleri ihmal etmeden ve inandırıcı-lık vasfını, samimi duygularını hiç kaybetmeden, hasmının eline hiç koz vermeden dâvasını savunuyor. Bütün bunlara ek olarak, dinleyenlerin dikkatini, merakını fevkalâde bir tebliğci şuuruyla kendi davasına çekiyor.
Nitekim, bunun semeresi olarak Necâşî ondan, ezbe-rinde bulunan Allah'ın vahyettiği, Rasulü’nün tebliğ ettiği âyet-lerden misaller dinlemek istiyor. Ca'fer (r.a.) de bunun üzerine bir başka ibret levhası sergilemiştir. Bu Hristiyan topluluğa okumak için "Meryem" sûresini seçmiştir. Bu sürenin gönüller-de nasıl duygular meydana getirdiğini yukarıda görmüş, Necâşî'nin âyet-i kerîmeleri dinledikten sonraki sözlerine de dikkat çekmiştik.
Bunun ne demek olduğunu anlayabilmek için biraz daha düşünceyi derinleştirmekte fayda var. Eğer Ca'fer (r.a.), okumak için meselâ; "Kâfinin Suresi"ni seçseydi ve tilâvetini; "Sizin dininiz size, benim dinim de bana," (Kafirun 109/ 6) diyerek bitirseydi. aynı neticeyi elde edebilir miydi?
Belagat sahibi insan; kelimeleri seçerken, kelimeleri kullanacağı mekan ve zamanın o kelimelerle uygunluğuna da dikkat etmeyi bilen ve seçimi beceren insandır.
Elbetteki her âyeti kerîmenin ayrı bir değer ve kıymeti vardır. Kaçınmayacaklarını gösteren bir tavra şahid olup, İslamın İsa (a.s.| hakkındaki görüşünü dile getirmek zorunda kalınca: asla haktan taviz vermemiş, içinde bulunduğu şartla-rın son derece zorluğuna rağmen geri adım atmamış, bütün samimiyeti ve fevkalade bir ifâdeyle inandığı gerçeği söylemiş, mükâfatını da hemen görmüştü. Ebedî hayattaki mükafatının çok daha fazla olacağı da ayrı bir hakikattir. Bizler için de ya-şanmış bir ibret levhasıdır.

Günümüzde tanık olduklarımız ise ne yazık ki hiç de seviyeli tavırlar değildir. Sıkıntılı günler yaşadığımız bir ger-çektir. Ancak bütün bu sıkıntı ve imkansızlıklara rağmen, İs-lam’dan kör düzenlere, kirli fikirlere karşı taviz vermeyi makul gösterecek derecede Habeşistan'da yaşayan bir avuç müslümandan daha çaresiz, daha boynu bükük ve garib, daha acı ve işkence dolu günleri yaşamıyoruz!
Allah Kelâmı Kurân-ı Kerim'i açıp okumaktan nasibi olmayanların saçmalıklarını fetva rütbesinde gösterip, süsle-yip-püsleyerek. kenar-köşe dolaştırıp virajlar aldırarak, hiç bir kalıba girmeyince de: "Aslında şöyle demek istedi?" dîye ba-yağı tevillere girişerek zaten ilim ve irfan yokluğundan şaşkına dönmüş bir milleti yeni şaşkınlıklara sürüklemek için elimizde hiç bir mazeret olmasa gerektir.
İslâm nurundan kaçıp, rezilliği baştacı eden, rezilleri itibar mertebesine koyan, insanı Yaratıcısından koparıp mad-deye kul eden anlayışların, gayretlerin bayalığını göstermek, ortaya dökmek, nezih ve güzel bir üslubla Hak ve Hakikat’e irşad düşülen bayağılıklardan daha mı zor?
Allah'ın gazabını çekerek kul memnun etmeye çalış-mak; sonsuz nimetler bahşeden Mevlâ'ya şükrü, sadâkati terk edip binbir kapris içinde kıvranan, âhiretini unutmuş, dünyası-nı da berbat etmişlere çömezlik etmek daha mı övünülecek bir durum?
Şahsiyetli insanı dostu sever, düşmanı da takdir eder. Şahsiyetsiz, herkesin gözünde rezildir. Ne çevresindekilerin, ne de yaranmak islediklerinin gözünde değeri vardır. Eğer kendisine ilgi gösteriliyorsa, bu ilgi içten değildir ve kullanım süresiyle sınırlıdır....
Güzel örnek, güzel insan Ca'fer Hazretlerini ve ilk muhacirleri hayırla yâdediyoruz... Rabbimiz bizlere İslam’ı en güzel şekilde bilmeyi, benimsemeyi, yaşamayı ve güzel bir üslupla anlatmayı, örnek olmayı lütfeyle. (Amin)
Dr. Şerafettin KALAY,
Örnek Nesil, Altınoluk


  Hoşsâdalar  

bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
46889 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol