Hoşsâda-179
“Âvâzeyi bu aleme Davud gibi sal,
Bâki kalan bu kubbede bir hoşsâda imiş”(Bâki)

H O Ş S Â D A


24 Temmuz 2009 Cuma
1 Şaban 1430
sayı: 179

 

bir kıssa bir hisse…

YANMAK


“Hikmet belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir işçiydi. İşine çok dikkat eder, kazancının helal olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terk ederdi. Her gün binlerce ekmek çıkaran fırın oldukça büyüktü. Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için halk rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hasıl olur, onu da genellikle Hikmet yapardı. Dini bir bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet temizlik yapmak için fabrikaya gitti. Dış kapıyı kilitledi. Işıkları yaktı, fırının kapağını açıp içeri girdi. Gerekli temizliği yaptıktan sonra gidecek, sabaha karşı dörde doğru gelen işçiler gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini açacak, onlar hamuru yoğurup hazır hale getirene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı. Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Tam o saatlerde fırının genç ustalarından Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için uğramıştı. O akşam yıkatıp sabaha temiz temiz giymeyi düşünüyordu. Dış kapıyı açtı. Hayret, içerideki lambalar açık unutulmuştu. Fırının önünden geçerken açık unutulan fırın kapağını eliyle şöyle iteledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi ihmal etmedi. Elektriklerin sönmesiyle Hikmet hemen fırının kapağına koştu. Fakat kapak üzerine kapatılmıştı. Var gücüyle bağırmaya başladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu. Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05'i gösteriyordu. Yaklaşık 5 saat kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti. Yanmak onun için bu dünyada başlayacaktı. Yavaş yavaş ısınacaktı fırın. Evvela terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık arttıkça vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o kalpten gidecekti. Belki de çıldıracaktı. Ah, o en güzeliydi. Bir delirebilseydi. Düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı. Hâlbuki şimdi dayanılır mıydı, dayanabilir miydi en uç noktadaki sinir hücresine varana kadar ulaşan o müthiş sızıya. Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti.
Bir kaç gün önceydi. İşçilerle acıkmışlar küçük tüpün üzerinde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli. Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağının acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde saatlerce tutmuştu. Ya şimdi? Yanan iki parmak ucu değil, bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde filmlerde gördüğü yanan adamlar canlandı. Hikmet'in hali daha zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu. Adım adım, hissede hissede. Derken içerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını yakmış mıydı yoksa? Bu hararet böyle sürekli neden artıyordu? Aman ALLAH’IM! Beklenen an ne çabuk gelmişti. Saatine baktı, saat gecenin 01.00'i olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat? Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi! Elleriyle duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım, korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte. Biraz sakinleşti. Evini düşündü. Hanımı, oğlu merak ediyor olmalıydı. Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken? Hayat arkadaşına karşı daha nazik olmalı değil miydi? Ya çocuğunu. Keşke dövmemiş olsaydı onu. Bir gün evvel kazayla kırdığı camdan ötürü dövmüştü. Keşke dövmeden evvel kırılsaydı elim, diye düşündü. Onlardan da mesul olduğu için onların da hesabını verecekti ALLAH’A. Keşke hanımın dediğini yapsaydı. Birlikte namaza başlayalım, demişti. Hayır, biraz daha yaşlanalım, diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti. Niçin sanki fırına gelirken içeriye girmemişti? Müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş; ALLAH’IN büyüklüğünü, kurtuluşun onun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değilse ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. "Ah kafam ah!" diye inledi. Hâlbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hali ne güzeldi. Şimdi onlar gibi olmayı ne kadar isterdi. Ya oğlu! Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar kalbine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta her tür pisliğin televizyon ekranlarından üzerine sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna ALLAHI’NI, Peygamberi'ni niçin sevdirmemişti. Bu arada kendi gençliğini de hatırladı. O günlerden eline sadece pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Evlendiği yıllar, annesini ve babasını üzdüğü günler... Ah, bilse hiç yapar mıydı? Başkalarına söylediği rahatsız edici en küçük sözden bile rahatsızlık duydu. Derken aklına bir fikir geldi. Fırının içinde teyemmüm edip namaz kılsaydı. Toprak yoktu ki. Fakat olsun. Hiç kılmamaktan iyiydi. Belki bir ihtimal kabul edilirdi. Ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendiği noktada başka kime dayanabilirdi ki? Kendisini hayatında ilk defa Rabbi’yle konuşur hissetti. Yatsıdan sonra kaza namazları kıldı. Rabbi’nden gelmişti ve O'na dönüyordu. Yoruldukça oturup tövbe etti, estağfurullah çekti. Dinlenince tekrar namazına devam etti. Bu arada Cengiz, eve gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15'ti ve acayip bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet, fırının içinde alev alev yanıyor, "Cengiz" diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle. Birden akşam aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet'in üzerine mi kapatmıştı yoksa? Hemen üzerini giyip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Evleri de fırına uzaktı. 3.45'te fırına geldi. Gece işçileri henüz fırına gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, ışıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp içeriye seslendi. Hikmet! Bir kaç defa bağırdı. Hikmet, hıçkıra hıçkıra, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki, adının söylendiğini duyunca irkildi. Olamazdı. Yanlış duyuyor, hayal görüyor olmalıydı. Fakat yine duydu. Birisi "Hikmet" deyip duruyordu. Hem fırının ışığı da yanmıştı. Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz'i gördü. Cengiz bir anda hortlak görmüşçesine irkildi. Korkuyla; Kimsin sen dedi. Hikmet'in Cengiz'e sarılmak için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hala ağlıyordu. Ne demek dedi, sen kimsin? Hikmet'im işte, görmüyor musun? Olamaz diyordu Cengiz. Sen Hikmet değilsin. Hikmet, Cengiz'i anlayamıyordu. Nasıl böyle söyler, nasıl tanıyamazdı? Aklına geldi. Hemen aynaya doğru koştu. Baktı... Hayır, bu yüz bu saçlar kendisinin olamazdı. Ellerini kırışmış solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Bir daha aynaya bakamadı. Kendisinden korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilseler, kim bilir bir gecede ne kadar insan ihtiyarlayacaktı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre sonra yanmak ihtimali bu kadar hafife alınabilir miydi? Başı ellerinin arasında kalakaldı.”
Mehmet AKAR

- Yazın sıcaklığı, kışın soğukluğunu birçok yerlerde unutturdu. Çoğu insan havanın sıcaklığından yakınıyor. Havanın sıcaklığından yakınanlara Rabb'imiz Teâlâ Tevbe suresinde 81.ci âyette: "...Cehennem ateşi daha sıcaktır..." hatırlatmasında bulunuyor. Havanın sıcaklığı içinden cehennemin nefesini hissedip yanan bir yürekle Rabb'e yönelmeliyiz.
- Tevbe sûresinin 81.ci âyetinin nüzulûne sebep Tebuk seferidir. Tebük seferine katılmayan ve katılanlara da: "- Bu sıcak havada harbe çıkmayın..." diyerek engellemeye çalışanları Allah (c.c.) bu âyetiyle durumlarını beyan ediyor. Âyetin sonundaki cümle son derece dikkat çekici. Rabbimiz bu mantıksızlara, cehennem ateşini dikkate almayanlara durumlarının vehametinden dolayı "Keşke cehennemin ne demek olduğunu bilseydiler" diyerek onlar için Rahmet kapılarının açılabileceğini de bildirmiş oluyor.
- Şu da dikkat çekici bir durum: Yazın sıcaklığına rağmen ülkemizin birçok yerinde kış için hazırlık yapanlar var. Odun, kömür tedariki yazın sıcaklığının insanları bunalttığı günlerde bile kışın soğuklarını unutturmuyor. Herkes üşütücü kış soğuklarının geleceğini kesin biliyor. Hazırlığını da buna göre yapıyor. Biri çıksa dese ki: - Ey millet! Evinizdeki sobaları, kalorifer teşkilatlarını atın. Biz çaresini bulduk. Soğuklar artık gelmeyecek, dese kim inanır? Kimse inanmaz. Bunun imkânı olmaz der, herkes. İşte bunun gibi, kışın geleceğine inanıp o günler için hazırlık yapanlar gibi, insanlar da ahirete, hesaplaşmaya inanmazlarsa, bunlara mü'min denmez. Böyleleri zâlimlerin ta kendileridir. Çünkü öncelikle kendilerine zulmediyorlar. İbâdetsizlik, taatsizlik, imani zafiyet, ahlaksızlık, çıplaklık, sevgisizlik ve saygısızlık büyük bir belâdır. Kabir var, ahiret var, cennet var, cehennem var, mahşer var, hesap var, hesaplaşma var. Bütün bunlar yokmuş gibi yaşamak akılsızlık değil mi? Şu sıcaklar insana cehennemi hatırlatmalı değil mi? Sokakların böylesine pervasızlaşması, tesettürsüzlüğün sınır tanımaması, şehvetlerin ön planda tutulması, nefislerin galeyanı Müslüman davranışı mıdır? Bütün bunlar insanlara bir silkiniş, hidayet yoluna girişin zaruretini telkin ediyor. Çünkü, bundan başka mutlu olmanın çaresi yoktur.
Mevlüt Özcan


  Hoşsâdalar  


bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
46883 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol