Hoşsâda-154


H O Ş S Â D A
“Âvâzeyi bu aleme Davud gibi sal,
Bâki kalan bu kubbede bir hoşsâda imiş”(Bâki) 
5 Aralık 2008 – 7 Zilhicce 1429 Cuma …… sayı: 154
HOŞSÂDA… 154 Haftadır, aralıksız her hafta Cuma günleri devam eden mütevazı bir çalışma…


ANADOLU GENÇLİK DERNEĞİ  
‘Eğitim, Sevgi, Kardeşlik, Güven ve Fedakârlığın Buluştuğu Adres’ 

 
 
Bayramınızı tebrik ederiz….
 
Allah İçin Teslimiyetin, Şükrün ve Fedakarlığın Sembolü
KURBAN
"Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!"(Kevser, 108/2)
 
Hz. İbrahim’in rüyası: 
Hz. İbrahim (as), eşi Hacer’le birlikte “ekin bitmez bir vadi”ye bıraktığı oğlu İsmail (as) ile ilgili bir rüya görür. Rüyasında oğlunu kurban etmesi gerektiği kendisine ifade edilmektedir. Kendi açımızdan olayı değerlendirecek olursak ortada aşılması çok zor bir imtihan bulunmaktadır: Emri yerine getirmek veya oğul sevgisiyle ihmale yönelmek. İkinci şık Hz. İbrahim (as) için asla olamazdı çünkü o dosdoğru bir müslümandı aynı zamanda Yüce Allah’ın elçisiydi. O evlat konusunda imtihanı, İsmail’ini bebek yaşta kuş uçmaz kervan geçmez bir mekanda yapayalnız bırakırken vermişti.
İbrahim (as), İsmail’ini yanına alıp, onu kurban edeceği mekana doğru yürümeye başladı. Bundan sonrasını Yüce Kitabımız Kur’an’dan takip edelim: “Oğlu İsmail kendisi ile yürüyecek yaşa ulaşınca İbrahim ona dedi ki: Oğlum ben rüyamda seni kurban ettiğimi görüyorum. Sen buna ne dersin? İsmail, “Babacığım sen emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” dedi. İkisi de Allah’ın emrine uydular. İbrahim kurban etmek üzere oğlunu yere yatırdı. O sırada biz nida ettik: “Ey İbrahim! Sen rüyanda emrolunana uydun. İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları işte biz böyle mükâfatlandırırız. Muhakkak ki bu apaçık bir imtihandı. Ona oğlu yerine büyük bir kurbanlık koç gönderdik. Daha sonra gelenler arasında ona güzel bir nam nasip ettik. İbrahim’e selam olsun.” (Kur’an; 37/102-109)
 
Cahiliyye Döneminde
Bir Bayram Günü:
Henüz Allah Rasûlü Muhammed Mustafâ (sav) hidayet elçisi olarak gönderilmemiş, İslâm’ın nûru insanlığı aydınlatmamıştı. Kureyş müşrikleri, cahili bayram günlerinden birini yaşıyor. Mekke’nin ileri gelenleri, halk, kadınlar, çocuklar en güzel elbiselerini giymiş, süslenmiş edalı adımlarla yürüyor, birbirleriyle selamlaşıyor, giderek yoğunlaşan kalabalığın içinde gözden kayboluyorlardı… Takılan ziynetler, mücevherler göz kamaştıran pırıltılarla kendilerini belli ediyor, dikkatleri üzerlerine çekiyorlardı.
Süslenenler sadece insanlar da değildi. Kureyş zenginlerinin hazırlayıp getirdiği kurbanlık hayvanlar da süslerle bezenmişti. Onlara takılan süslerin çeşitliliği ve renk bolluğu güne bir başka canlılık veriyordu. Birazdan bu güzel hayvanlar, Kâbe’de yer alan putların önünde, putlar için kurban edilecekti. Kureyş onların kurban edilmesiyle coşkusuna coşku katacaktı!..
 
Fıtrattan Gelen Cesur Bir Ses !
İşte orada, bütün bu hareketliliği farklı gözlerle seyreden biri vardı; Zeyd İbn Amr. Kalabalıktan uzakta bir yerde durmuş, dalgın gözler, düşünceli bir tavırla önünden geçenlere, durmadan hareket eden kalabalığa bakıyordu… Getirilen kurbanlık hayvanların, putların önüne kesime hazırlandığını görünce birden hareketlendi. Hızlı adımlarla Kâbe’nin yanına vardı. Sırtını Kâbe’ye dayadı ve yüksek bir sesle, saf ve berrak bir inanç, bozulmamış bir fıtratla haykırmaya başladı:
“Ey Kureyş topluluğu! Bu koyunları, koçları yaratan ve yaşatan Yüce Allah’tır. Gökten yağmur indirip suya kandıran O’dur. Yerden otlar bitirip doyuran O’dur. Eğer ot verip onları besleyen, su verip susuzluğunu gideren O ise, siz bu hayvanları nasıl O’ndan başkasına kurban edebiliyorsunuz!? Siz gerçekten doğruyu bilmez, câhil bir topluluksunuz..!”
İşte bu cesur ses Zeyd İbn Amr, batılın içinde yaşarken bile doğrudan ayrılmayan, selim-temiz fıtratını kaybetmeyen, Hz. İbrâhim’in tebliğ ettiği tevhid inancını arayan, bu arayışla diyâr diyâr dolaşan, geleceğini duyan fakat Allah Rasûlü’ne kavuşamadan hayata gözlerini yuman bir insandı. Oğlu Sa‘îd (ra) onun yuvasında, onun selim fıtratıyla yoğurduğu duygularla beslenerek filizlenip büyümüş, daha ilk günlerden İslâm’a gönül verenlerden biri olmuştu…
Yüce dinimiz İslam’da kurban; tüm ibadetlerimizin ana gayesi olan Allah'a yaklaşmak maksadıyla ve yalnız O'nun rızasını kazanmak için kesilir. Allah'tan başkası adına hayvan boğazlamak haramdır ve bu yola tevessül edenleri Hz. Peygamber (a.s) "Allah'tan başkası adına hayvan kesene Allah lânet etsin " (Müslim, Edâhî, 43-45; Nesâî, Dahâyâ, 34; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 108) şeklindeki ifâdeleriyle uyarmıştır. Allah’tan başkasına ibadet etmek şirk’tir, Allah’a ortak koşmaktır.
 
Kurbanlarınızın Ne Etleri, Ne De Kanları…
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Elbette kurbanların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat Allah’a sadece sizin takvânız (sorumluluk bilinciniz) ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!” (Hac 22/37)  Dr. Şerafettin Kalay                                                                                                                           
Kurbanın Anlamı ve Önemi
Kurban; sadece Allah rızası için, belirli bir vakitte, belirli özellikleri taşıyan hayvanı usûlüne uygun olarak kesmektir. Kurban; Allah'a yaklaşmayı, Allah yolunda malların feda edilebileceğini ifade eder. Bu mübarek günlerde hacılarımız, hac ibadetlerini samimiyetle ve aşkla Lebbeyk Allahümme Lebbeyk nidalarıyla yerine getirirken yeryüzündeki müminler de “Rabbin için kurban kes” emrini ifa etmenin gayretindedirler.
Hz. Peygamber (sav) "İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın" (İbn Mâce, Edâhı, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 321) buyurarak, kurban kesmenin önemini vurgulamaktadır. Ezanımız, Kabemiz, Başörtümüz vs. biz müminlerin alameti ve işareti olduğu gibi kurban kesmek de böylesine bir alamettir, müminin şiarıdır.
Kurban; Allah için adamak ve adanmaktır. Kurban; mümine gerektiği zaman seve seve Allah için canını feda edebilme şuuru kazandırır. Kurban; toplumu “vermeye, ikram etmeye, fedakarlığa ve kardeşliğe” güzel bir sebeble adapte etme çabasıdır. Kurban, toplumsal dayanışma ve yardımlaşmadır. Kurban, biçarelere ve mazlumlara uzanan müşfik bir el ve umut ışığıdır. Kurbanlarımızın tamamını veya emredilen payı vererek mümin kardeşlerimizle özel bir bağ kurarız. Böylece kapısı çalınmamış bir komşumuz, selamımızın ulaşmadığı ötelerde bir mümin kardeşimiz kalmamış olur. Kurbanla ıraklar yakın, gönüller feyizyab olur. Kurban, Rabbimiz’in verdiği nimetin eşyalaşmaya başkaldırısıdır…
Bayramlarımız Bayram Ola!
Bayram günleri, Müslümanların sevinç ve mutluluklarının, birlik ve beraberliklerinin, Allah’a kulluk ve ibadetlerinin, yardımlaşma ve dayanışmalarının arttığı günlerdir. Kurban Bayramı günleri tevbelerimizin, af ve yakarışlarımızın, dua ve niyazlarımızın, secdelerimizin, gözyaşlarımızın, sadaka ve yardımlarımızın en çok kabul olduğu müstesna günlerdendir. Dolayısıyla uzak ve yakındaki kardeşlerimizle ve akrabalarımızla bayramlaşalım, kucaklaşalım.
 (Not: Kurban Bayramı günleri, arefe günü sabah namazından bayramın 4. günü ikindi namazına kadar farz namazlarımızın ardından “teşrik tekbirlerini” okumayı ihmal etmeyelim.
Allahu ekber Allahu ekber Lailahe İllallahu vallahu ekber Allahu ekber ve lillahil hamd.
Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur, O Allah en büyüktür. Allah en büyüktür, Hamd ve Şükür yalnız Allah’a mahsustur.)
“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim, (kurbanım,) hayatım ve ölümüm yalnız Âlemlerin Rabbi Allah içindir.”(En’am,162)
Savaşların, İşgallerin, Hak İhlallerinin Hasılı Acı ve Gözyaşlarının Olmadığı, Hakkın Hakim Olduğu, Hakikatin Rengiyle Boyanmış Bayramların Ümidi ve Hasretiyle, Mübarek Kurban Bayramımızın Müslümanlara ve İnsanlığa Hayırlar ve Güzellikler Getirmesini Cenab-ı Allah’tan Niyaz Eder, Bayramınızı Tebrik Ederiz.
 (Not: Kurban ile ilgili bu yazımız önemine binaen tekrar yanınlanmıştır.)
 
Asrımızın Büyük Alimlerinden Muhammed Ali es-Sâbûnî Hocamız diyor ki:
CENNET KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİL;
MÂLİKU'L-MULK OLAN ALLAH'IN ELİNDEDİR (2)
 
            Yahudî ve Hristiyanların Kâfir Olduğu Kesin Âyetlerle Sâbittir.
            Makâlenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'e soruyoruz: Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğine imân etmekte ve Kurân-ı Kerîm'e inanmakta mıdırlar? Eğer sayın Ateş'in bu soruya cevabı "evet"se Kurân-ı Kerîm'in onlarla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onların küfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten âyetleri nasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini (İslâm'ı) din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 29).
            Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her rekatında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede "Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil." âyeti vardır. Hz. Peygamber (s. a. v.) buradaki "Gazaba uğrayanları" Yahûdiler; "sapkınları" ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz. Peygamber'in bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez (Bu hadis için İbn Kesîr'e bakınız).
            Kurân-ı Kerim'de Yahûdi ve Hristiyanları cehennem konusunda müşriklerle eş tutan bir çok âyet vardır: "Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler." (Beyyine, 6), Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)" (Nisâ, 156), Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun ki, «Meryem oğlu Mesih, Allah'tır.» diyenler kafir olmuşlardır" (Mâide, 17), "And olsun ki, «Allah üçten biridir» diyenler kafir olmuştur" (Mâide, 73). Yine Hristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: "Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?" (Mâide, 18).  (devam edecek)
           
Merhum Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi’nin Dilinden
Son Şeyhülislam MUSTAFA SABRİ EFENDİrahmetullahi aleyh(3)
- el-Kavlü'l-Fasl… el-Kavlü'l-Fasl isimli eserin basımında geçen bir vâkıa duymuştum, bize bundan bahsetmeniz mümkün mü acaba?
- Bu kitabın basılması hâdisesi şudur: Doktor Muhammed Hüseyin Heykel, Hayat-ü Muhammed isimli kitabını neşrettiği vakit, bütün İslâm âleminde ve özellikle Mısır'da büyük rağbet gördü. Ezher ulemasından bazıları yanlarında bu kitabın bir nüshası olduğu halde hocamıza geldiler ve bu kitapta Peygamberimiz’in (sallallahualeyhivesellem) mucizelerini inkâr ettiğinden ve birçok Hadis ve siyer kitabını karaladığından, müsteşriklerin sözlerine itimad ederek o kaynakların müellifleri ve râvilerini ta’n ettiğinden şikayette bulundular. Ayrıca Şeyh Muhammed Mustafa el-Meraği'nin bu zâttan ve kitabından övgüyle bahsetmesi ve hatta bu kitaba takriz yazmasından duydukları üzüntüyü ifadeyle üstadımız Mustafa Sabri Efendi'den bu kitaba eleştiri ve reddiye mahiyetinde bir kitap yazmasını talep ettiler. Hocamız da kitabı aldı ve mütalaa etti.
O günlerde Mahmut Şeltut, Risâle isimli dergide bir veya iki makale yayınlayarak, Kur'ân'da hakkında nass bulunan Hz. İsa Aleyhisselâm’ın göğe yükseltilmesi meselesini ve kıyâmet alâmetlerinden biri olan âhir zamanda yeryüzüne nüzulünü inkâr etti. Sabri Efendi de kendisine cevaben bir makale yazıp yayınlamak üzere Sekafe isimli dergiye gönderdi. Bunu yayınlamadıkları gibi okuyucuların gözünden de sakladılar. Hocamız da dediler ki “İş bu raddeye kadar gelmişse biz susacak değiliz, zira hakkı söylemekten susan dilsiz şeytandır.” Sonra Mevkıfu’l-‘Akl isimli kitabı üzerine yoğunlaştı. Kitabın nübüvvet ve mucizeye dair üçüncü babını daha derinlemesine ele alıp genişletmek sûretiyle müstakil bir kitap haline getirdi.
Kitap basılma safhasına geldiğinde karşımıza –hocamız, oğlu, ben, ve birkaç yakın dostu– kağıt ve basma problemi çıktı. Zira bunu kaldıracak maddi gücümüz yoktu. Şeyh Hasan el-Benna'ya gittim, ona hâdiseleri anlattım çok etkilendi. Ertesi gün kendisiye birlikte hocamızın ziyaretine gittik, aralarında sıcak bir bağ vardı. Mes’eleyi detaylıca müzakere ettiler ve neticede kitabı basmaya karar verdiler. Hasan el-Benna kitabın isminin "İki imanın arasını kesin olarak ayıran söz: Gaybe inananların imanıyla gayba inanmayanların imanı" olarak yayınlanmasını teklif etti. Kendi payına düşen iki yüz kitabın basılma parasını verdi. Biz de gazetelere ilan verdik; bu, kitabın basılmasına ortak bulabilmek için verilmiş bir ilandı ve iştirakin bedeli on Mısır kuruşu idi. İlanları verdikten sonra kitabın ismi konusunda hocamız biraz rahatsızlık duydu. Mucizeleri ve gaybı umumen inkâr eden kişi ona iman etmiş sayılmaz. Bu sebeple de iman sıfatını onlara izafe etmek doğru değildir. Bu sebeple de hocamız kitabın isminde değişikliğe gitti ve ismini el-Kavlu’l-Fasl Beynellezîne Yu’minûne bi’l-Gaybi vellezîne lâ Yu’minûn (Gaybe iman edenlerle etmeyenlerin arasını ayıran nihai söz) olarak değiştirdi.
Baskı ile ilgili teklifleri topladıktan sonra kağıt satın aldık. Yanımızda kitabın el yazısı nüshasıyla birlikte Kahire'deki İsa el-Bâbî el-Halebî matbaasına gittik. Baskıyı yapacak kişilere kitabı gösterdiğimizde hocamızın yazısını okuyamadıkları için kitabı basamayacaklarını söylediler. Çünkü, Allah garîk-i rahmet eylesin, hocamız o zaman yaklaşık seksen yaşlarındaydı ve ellerinin titremesi nedeniyle yazısı bozuktu. Muhakkak yayınlanması gerektiğini düşündüğü bu kitabının yayınlanamayacak olması sebebiyle çok üzülmüştü. Bunu görünce gönüllü olarak kendimi bu işe verdim ve kendi el yazımla kitabı baştan sona tekrar yazdım, gönderdim; bu şekilde kitabın baskısı yapılabildi.
- İbrikte Saklanarak Yazılan Kitap… Şeyhu’l-İslâm’ın Türkçe yazılmış kitaplarını biliyor musunuz?
- Kendisinin Türkçe yazılmış iki kitabını biliyorum. Birincisi, "............” isimli kitabıdır ki bu kitabı Arapça sarf, nahiv ve belâgat üzerine büyük Türk âlimlerinden Mehmet Zihnî Efendi’nin yazdığı el-
Kavlu'l-Ceyyid isimli kitabına reddiye olarak yazmıştır. Bu kitabını da Beyanü'l-Hakk isimli dergide yayınlamıştır.Bu kitap ulemanın bir çoğu tarafından beğeniyle karşılanmıştır. Hatta bizzat Mehmet Zihnî Efendi tarafından da beğenilmiştir. Zihni Efendi kitabı okuduğu vakit şunları söylemiştir: “Ben Mustafa Sabri Efendiyle iftihâr ediyorum, çünkü o Arapça’nın bütün hususiyetlerini ve inceliklerini mükemmel derecede bilmektedir. Bana yönelttiği tenkitler de ilmî tenkitlerdir ve benim yaptığım hataları düzeltmektedir.”
Diğer kitabı ise Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi’dir. Bu kitabın telif edilmesinin de zikredilmeye değer bir hikayesi var; hocamız bizzat kendisi şöyle anlatmıştı: “Rusya'da Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde Musa Carullah diye bir Müslüman ortaya çıktı. Meşhur bir âlimdi ve Türkçe, Arapça, Fransızca, Rusça gibi dilleri gâyet iyi biliyordu. Kaynaklara vukûfiyeti iyiydi ve birçok telifi vardı. Ancak bazı imanî mes’elelerde yanlış yola sapmıştı. Kendisi Rahmet-i İlahiye Burhanları isminde Türkçe bir kitap telif etti. Bu kitabın ileri sürdüğü fikir şuydu: Kâfirlerin ebedî cehennemde kalmasına Allah'ın rahmeti müsaade etmez; Allah buna razı da olmaz. Bu kitap Türkiye ve Rusya'daki Müslümanlar arasında epey revaç buldu. Tabii ki o zamanlar Rusya'da yaşayan Müslümanlar ona reddiye yazabilecek durumda değildiler.
Hocamız İttihatçıların şerrinden kaçıp da Romanya'ya gittiği vakit, orada kalırken –ki tam Harb-i Umûmî yıllarıydı– arkadaşı, Romanya Müslümanları müftüsü Kazanlı Halil Efendi yanında bu kitapla hocamızın yanına geldi. Kitabı kendisine uzatarak dedi ki “Muhterem Üstadım, üzülerek ifade edeyim ki bu kitap, Müslümanlar arasında çok büyük fikri rahatsızlığa ve uzun münâkaşalara neden oldu. Zat-ı âlilerinizden istirham etsek, bu kitabı bir inceleseniz de ilmî manada hak ettiği şekilde bir tenkide tâbi tutsanız.” Hocamız bu kitabı aldı ve mütâlaa etti... tabi kitabın derinlemesine incelenmesi, bütün muhteviyatının tahlili için uzunca bir vakte ihtiyaç olduğunu gördü.
O günlerde Alman ve Türk orduları Romanya'ya girme hususunda ittifak ettiler ve girer girmez İttihatçılar hocamızı tutuklayıp oradaki bir hapishaneye koydular. Hocamız hapse girerken bu kitabı da yanına aldı. Kendi kendine “İşte bu kitabı okuyup derinlemesine tahlil etmek ve tenkidini hazırlamak için en münasip vakit.” dedi. Gerçekten de hocamız kitabı iyice okuyup tahlilini yaptıktan sonra mum ışığı altında kitaba reddiye yazmaya başladı. Çok küçük harflerle elindeki kağıtlara sığdırmaya çalışarak yazmış, zira başka kağıt elde etme imkanı yoktu. Bu kağıtların da elinden alınmasından çok korkuyordu, çünkü burası hapishaneydi ve bu yazıları alabilirlerdi. Hocamız bu yazdıklarını nasıl muhafaza edeceğini düşünmeye başlamıştı ki aklına güzel bir fikir geldi. Kendisini düzenli olarak ziyarete gelen Kazanlı Halil Efendi'den kağıtları alıp güvendiği emin bir bakırcıya gidip kendisine güzel bir abdest ibriği yaptırmasını, ibriğin alt tarafında gizli bir bölme olmasını ve içerisine bu kağıtların güzelce gizlenmesini, ardından da belli olmayacak şekilde lehimlenerek kapatılmasını ve ibriğin kendisine getirilmesini rica etti. Halil Efendi hocamızın istediklerini aynen yapıp ibriği hocamıza getirdi, hocamız da hapiste kaldığı altı ay süresince ibriği muhafaza etti.
Türkiye'deki Sultan’ın emriyle İstanbul'a getirildiğinde bu ibriği de yanındaydı. Sonra Bilecik'te zorunlu ikâmete tâbi tutuldu. 1918’den Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar Bilecik'te sürgün'de yaşadı. Sonra İstanbul'a geldi, ibriği açtı ve kağıtları içerisinden çıkardı. Ardından 1919’da Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi isimli bu kitabını neşretti.
- Kendisinin araştırma ve incelemelerinden bahseder misiniz?
- Şekip Arslan, kıymetli eseri "Müslümanlar neden geri kaldı, diğerleri nasıl ilerledi?" isimli kitabını yazdığında Mustafa Sabri Efendi'den Türkiye’deki Müslümanların da istifade edebilmesi için onu Türkçe’ye çevirmesini istedi. Hocamız 1934 senesinde kitabın tercümesini yaptı. Hocamız bu kitabın dipnotlarında çok değerli açıklamalarda bulundu. Hatta bazılarında Şekip Arslan'la münakaşa etti. Ancak kitap basılamadı ve hâlâ el yazısı haliyle beklemektedir.
- Kendisinin çokça okumaya ihtimam gösterdiği kitaplar hangileriydi?
- Hocamızın sıkça okuduğu ve mütalaa ettiği kitaplar çoktu. Mesela Tefsir'de Taberi'nin Câmiu'l-Beyân'ı, Râzi'nin Mefatihu'l-Gayb'ı… Hadis’te Kütüb-i Sitte'yi şerhleriyle birlikte okurdu… İmam Rabbâni'nin Mektubât'ını okurdu. Fıkıh'ta Serahsi'nin Mebsut'unu… Belagat’ta okuduğu Ahmed Hasan ez-Zeyyat'ın Difa' Ani'l-Belâğa isimli kitabıydı.
Arap edebiyatına çok düşkündü. Mustafa Sadık er-Râfii'nin yazılarını ve şiirlerini çok okur ve derdi ki “İnsanı bir âlemden alıp başka âlemlere götüren Mustafa Sadık er-Râfii gibi bir edebiyatçı görmedim.” Özellikle onun Vahyü'l-Kalem isimli eserini çok edebi bulur ve okurdu. Yine kendisinin el-İşraku'l-İlâhi ve Felsefetü'l-İslâm isimli makâlâtını her İslâm münevverinin mutlaka okuması gerektiğini söylerdi. Râfii'yi her zaman övgüyle anar, onun imanını över ve derdi ki “Dünyanın gürültüsünü işitmiyor ama o, kalbinin ilhamını, gönlünün vahyini, imanının sesini dinliyor.”
Seyyit Kutub, hocamızın ömrünün son demlerinde İslâmî içerikli yazılar yazmaya başlamıştı. Onun yazdıklarını okur, hidayet üzere sabit-kadem olması ve muvaffâkiyeti için dua ederdi… Tabi bütün bunların hepsinden önce hocamız çokça Kur'ân-ı Kerim okurdu.
- Onun meclislerinde çokça söylediği sözlerinden hatırladığınız var mı?
- Evet çok iyi hatırlıyorum. Derdi ki “Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal veya hidrojen bombası atsalar, beş tane küfür ve dalâlet önderi Yahudi âlimin icra ettiği tesiri yapamazlar. Bunlar Komünist Marx, Evrimci Darwin, Avusturya'lı Freud, Fransalı pozitivist Auguste Comte ve Sosyolog Durkheim'dir. Bunlar insanlık âleminin akıl, düşünce, anlayış ve ahlâkını perişan eden insanlardır. Yahudiler bu insanları büyüttüler, insanların gözünde yücelttiler ve neticede bunları küfre öncülük edecek kişiler olarak karşımıza çıkardılar. Bu gün bize düşen onlarla savaşmak ve mücadele etmektir. Zira dinimiz bize küfre öncülük edenlerle savaşmayı emrediyor. Ben yakinen biliyorum ki bir gün gelip bunların maskeleri düşecek ve ilim adına işledikleri cinayetler ortaya çıkacak. Çünkü Hakk'ın dışında dalâletten başka bir şey yoktur.”
- Ruhuyla Yaşayan Mücahid… Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi'yi birlikte olduğunuz uzun müddet zarfında nasıl tanıdınız?
- Altı seneden fazla süren birlikteliğimizde ve okuduğum kitap ve makâlelerinden tanıdığım kadarıyla kendisini çok mütevazı, ilmi ve âlimleri seven birisi olarak gördüm. Kendisi derdi ki “Ben dirâsete ve ilim tahsiline bir türlü doymadım. Şayet çocukluk yıllarıma yeniden dönmek mukadder olsaydı ilim tahsiline yeniden başlardım. Çünkü insan hayatının en tatlı dönemlerinden biri ilim tahsil ettiği dönemdir.” Yine hocamız tabiatının sertliğine, celalli yapısına ve sivri kalemine rağmen çok ince ruhlu, lâtif bir insandı. Yine kendisinin kuvvetli bir akideye sahip olduğunu, İslâm'a sımsıkı bağlı olduğunu gördüm ki Allah ruhunu kabzedinceye kadar İslâm’ın nusreti için yazmaktan bir an geri durmadı. Yaşlılığında ellerinin titremesi yazmasını son derece zorlaştırmasına rağmen bundan vazgeçmedi. Onu Allah yolunda kınayanların kınamasından çekinmeyen biri olarak tanıdım. O şunu söylerdi: “İslâm düşmanlarından, insanları İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışan bin kişi benim karşımda olsa onlardan korkmam. Çünkü biliyorum ki Allah benimle beraber ve ben gücümü O’ndan alıyorum.”
Onun, Allah'ın kaza ve kaderine olan müthiş imanı hep dikkatimi çekmiştir. Cesaret, tahammül ve sabrının sırrı burada gizli olsa gerek. Kendisi Türkiye'deyken gerek ilmî gerekse siyasî olarak ulaşılabilecek en üst noktalara ulaştığı gibi, üzücü ve sıkıntı verici hâdiseler de hiç başından eksik olmamıştır. Ailesinden ve vatanından kopup uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Bütün bunlara rağmen bir kere olsun şikayette bulunduğunu ve söylendiğini görmedim; bilakis, onu sabreden ve yalnızca Allah'a sığınıp güvenen birisi olarak gördüm.
Aynı zamanda kendisinin çok ince ve muhabbet dolu bir rûha sahip olduğunu biliyorum, zira kendisi Allah'ın adı anıldığında çok defa göz yaşlarına hâkim olamaz ağlardı. Şu beyti de her zaman tekrar ederdi: “Nefsine ihtimam göster ve onu faziletlere alıştır; unutma ki sen ruhunla insansın, cisminle değil.”
Hakkında söylenecek en doğru söz şudur: O, büyük bir mücahitti ve hayatını Allah yolunda cihatla geçirdi. Onun mücadelesinin özü şuydu: Kur'ân, beşerî hayatın her safhasında, her cihetinde yegâne düsturdur. İslâm, insanları dünya ve Âhiret’te saadete erdirecek yegâne dindir, yegâne nizâmdır, hayat şeklidir. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek ise küfürdür; Allah ve Rasul’ünün yolundan sapmaktır.
Müferrih b. Süleyman el-Kavsi (Türkçesi: Tevfik İŞCAN)
 

  Hoşsâdalar   

bilinmezi bilir, kendini bilen...
 
 

HAYDİ NAMAZA!

haberler
 
Bize burdan ulaşabilirsiniz...
 
HOŞSÂDA MESSENGER
Üye ol! Sen de kazan!
 
 
46884 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol